İmam, Allah tarafından seçilendir
Şeyh Saduk, Uyun-u Ahbari'r-Rıza isimli eserinde şöyle anlatıyor:
Birisi şöyle dedi: "Eğer sizler imametin başkasına değil de Ali (a.s)'a ait olduğunu savunuyorsanız iddianızı doğrulayan delilleri getiriniz."
Memun: "Ben bunu iddia değil, aksine ikrar ediyorum; ikrar edenden delil istenmez. Ama iddia eden azl ve nasb edenin (alıkoyan ve onaylayan), kendisi olduğunu ve ihtiyar sahibi olduğunu düşünen kimsedir; şahit ve delil onun emsallerinden (ki düşmanlarıdır) veya başkalarından olmalıdır. Öyleyse bu konuya nasıl şahit getirilebilir?"
Diğer birisi: "Resûlullah (s.a.a)'den sonra Ali (a.s)'ın yapması vacip olan iş neydi?"
Memun: "Yapmış olduğu işlerdir."
Aynı şahıs: "Acaba Ali'ye, halkı kendi imametinden haberdar etmesi vacip değil miydi?"
Memun: "İmamet onun için kendi işi değildi ve halkın işi de değildi, ki onu imam seçip diğerlerine üstün kılsınlar; aksine imamet onun için Allah'ın fiili ileydi. Aynen İbrahim (a.s)'a buyurduğu gibi; 'Ben seni halka imam kılıyorum.' Yine Dâvud (a.s)'a buyurduğu gibi; 'Ey Dâvud! Ben seni yeryüzünde halife kıldım.' Yine, Âdem (a.s) için meleklere şöyle buyurduğu gibi; 'Ben yeryüzünde halife karar vereceğim.' Öyleyse imam sadece Allah tarafından karar verilen ve seçilendir. İlk yaratıldığı andan itibaren, soy ve nesep yönünden büyük, temiz, pak asıllı ve bütün ömrü boyunca masum karar verilen kimsedir. Eğer imamet onun kendi fiili ve kendi elinde olmuş olsaydı, her kim bu fiil ve işi yapacak olursa imametliğe layık olurdu. Bunların zıddını da yaparsa imametlikten azlolunurdu. Böylece ismet, insanın kendi ameli ve ürünü olurdu."
Bir başkası: "Resûlullah (s.a.a)'den sonra neden imameti Ali (a.s) için vacip biliyorsun?"
Memun: "Çünkü aynen Peygamber'in çocukluktan imanla çıktığı gibi, o da çocukluktan imanla çıkmış ve aynen Peygamberin dalaletten uzak ve şirkten kaçınması gibi, o da kavminin delilsiz dalaletinden ve şirkinden uzaklaşmıştır. Zira şirk zulümdür ve zalim, imam olamaz. Yine, bütün Müslümanların icmasıyla puta tapan biri imam olamaz. Müşrik ve puta tapan biri, Allah'ın düşmanını Allah'ın yerine koymuştur. Bunun hükmü, aksi bir şehadet verilinceye kadar, bütün ümmetin şehadetiyle küfürdür. Zira birisi için bir defada olsa ve böyle bir hüküm verilmiş ise onun hakim olması caiz değil ve böylece hakim mahkum konumuna geçmiş olur. Dolayısıyla böyle olunca, hakim ve mahkum arasında fark kalmamış olur."
Bir başkası: "Peki Ali, Muaviye ile savaştığı gibi neden Ebubekir, Ömer ve Osman ile savaşmamıştır?"
Memun: "Bu doğru bir soru değil. Zira soru olumlu şeylerden sorulur, olumsuz şeylerden değil. Olumsuz ve yapılmayan bir şey için sebep olmaz. Çünkü sebep sabit olan şeyler için gerekir. Ali (a.s)'ın hilafetinde onun Allah tarafından verildiğine ya da başka biri tarafından verildiğine bakılmalıdır. Eğer Allah tarafından verildiği ispatlanırsa onun işlerinde tereddüde düşmek küfür sayılır. Çünkü Allah-u Teala şöyle buyuruyor: 'Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.' (Nisa/65). Failin fiiline tâbi olmak, onun aslına tâbi olmak gibidir. Eğer Ali'nin kıyamı Allah tarafından ise, işleri de Allah tarafındandır. Buna göre halkın vazifesi, ona razı ve teslim olmaktan başka bir şey değildir. Resûlullah (s.a.a), Hudeybiye vakıasında müşriklerin, umre yapmalarına mani olmalarına rağmen onlarla savaşıp saldırıya geçmedi. Ama yardımcı, kuvvet ve kudret bulduğu zaman onlarla savaştı. Allah-u Teala bu konuda şöyle buyuruyor: 'Şimdilik onlara güzel muamele et.' (Hicr/85) Yine şöyle buyuruyor: 'Müşrikleri nerde bulursanız öldürün, yakalayın, kuşatın, hapsedin, onların gelip geçecekleri bütün yolları tutun." (Tevbe/15)." (bu bahis devam edecek?) OKAN EGESEL