Elbette, doğru yaklaşım bu vadide aranmalıdır. Hatta o kadar ki, bazen inananların dünya dünya diyerek diğer ehl-i dünyaya benzedikleri görülüyor. Bu, ciddi bir tehlikedir, bu halden sakınmak şarttır.
İnanmayanlara göre, hayat dünyadan ibaret olduğuna göre, onların yaşama sevinci ve gayesi sadece dünya zevk ve lezzetleri olacaktır. O zevklere ulaşmak için her yol geçerli sayılır. Hz. Adem'den beri inkarcı zihniyet hep böyle yaşadı, kendine engel gördüğü her şeyi ortadan kaldırmaya kalktı. İşte ilk örnek Kabil, menfaati için kardeşini öldürdü. O günden beridir, inanmayan kesim sadece dünya ve dünyalıklara ulaşmayı hayatın gayesi bilmiş ve o istikamette sistemler kurmuştur. Elbette ahiret inancı olmayanların böyle davranmaları inançlarının gereğinden başka bir şey değildir.
İnananlara gelince; onlar ahirete inanan ve o istikamette gayeler taşıyan insanlar olarak, hem inanmayanlara rağmen dünyalarını yaşayacak ve hem de ahiretlerini tehlikeye atmayacaklardır. Meselenin bu noktası hassas bir nükte taşıyor; ehli dünyaya galip gelecek, onun gaye bildiği hayatın üzerine basarak, ahirete intikal edecektir. Zaten kulluk dediğimiz denemenin esası budur: dünya denizinden su almadan gemimizi yüzdürüp kurtuluş sahiline ulaşmak... Mümin maddeyle uğraşacak ama onu kalbine değil kesesine, cebine koyacak. Maddeyi kazanmayı ya da harcamayı sadece ahiret için amel-i salih olarak icra edecektir. Mümin için dünya kökleri ahirette olan bir ağaçtır. O ağaç meyvesiyle, gölgesiyle hizmet eder. Yolcu ondan yararlanır ve geçer. İnanmayan için dünya bir kuru kazık gibidir. Onun cesameti bir varlık gibi görülür ise de ne meyvesi, ne gölgesi, ne de canlılığı söz konusudur. Zaman onu yutar, tüketir.
Tarih tetkik edildiğinde inananların dünya hayatları, inanmayanlardan daha güçlü, medeniyetleri daha uzun ömürlü olduğu görülür. İnanmayanlar ancak baskı, ceza vb. şeylerle yaşamaya çalışırken Mü'minlerin hürriyet, güzel ahlâk ve terbiye içinde dünyalarını tamamladıkları görülür. Savaşlarda dahi inananlar sayı ve maddi imkanlarının azlığına rağmen daima galip gelmişlerdir. İşte Bedir, işte Hendek, işte Mute, işte Malazgirt, işte Çanakkale... Hepsinde de inananlar sayı ve maddi imkan olarak az oldukları halde galip gelmişlerdir.
Fakat her şeye rağmen Mü'min, dünyayı gerçek bir hayat bilmemeli, onu ancak ahiret için bir vasıtadan ibaret görmelidir. Dünyada rahat yoktur, dünya ahiretin tarlasıdır; yani dünya, ahiret için bir cenin dönemidir, bir hazırlık yeridir. Akl-ı selim olarak düşünürsek dünyanın ahiretle kıyaslanması mümkün değildir. Zira Sevgili Peygamberimiz: "Parmağını denize daldır, bak ki ne kadar su aldı?" diyerek, dünyayı denizden bir parmakla alınan suya benzetiyor; yani, ahiret deniz, dünya ise o denizden parmakla alınan su. Adeta bir hiçten ibaret dünya. Bir sinek kanadı kadar değeri olmayan dünyanın sevilmesi ve gerçek hayat olarak görülmesi doğru olamaz. Hayat, ancak ahiret hayatıdır. Bütün hayat faaliyetleri ahireti kazanmak üzerine bina edilmelidir. Ancak, hatıra şöyle bir soru gelebilir; ehli tasavvuf terk-i dünya diye bir yorum getiriyor, bu nedir; insanı dünya hayatında tembelliğe götürmez mi?
Evet, bu sorunun cevabı, denge açısından değişik bir cepheden önem taşıyor. Terk-i dünya: dünyayı gaye haline getirmeme, veya onu yüklenmek yerine, üstüne basmak olayıdır. Kalbî bir meseledir. "Elin kârda gönlün yarda olmalı" der ehl-i tasavvuf; yani, dünya ile meşgul olurken kalbin Allah'tan başkasına açılmaması. Zaten, kamil insan, dünya denilen vasıtayı kullanma sanatını gerçek bir şekilde öğreten zinsandır.
İşte zekat, sevilen malı vermeyi, oruç, nefse hakim olmayı öğretiyor. O halde dünya bir zorluk yeridir, bir imtihan yeridir.Her kim dünyayı sever, dünyalıklara meylederse o kişi mânen hasta sayılır.
Öz olarak nefs terbiyesi yaparak fani sevgilerden ve sevgililerden geçerek ebediyet alemine hicret gerek...
(İcmal Dergisi'nin Şubat 2001 sayısından alınmıştır.)