ABD, devrik Irak lideri Saddam Hüseyin'i kimyasal silah kullandığı için savaş suçları işlemekten yargılıyor. Güney Lübnan ve Gazze'de savaş suçları işleyen İsrail hükümetine ise kimse sesini çıkarmıyor. İsrail Başbakanı Olmert ne zaman yargılanacak?
Doğrusu, ben, o zaman, daha çerçevesi hiç belli olmayan bir konuda taraf olmayı anlamsız bulmuştum. Dahası, olaya, konuyu tartışmaya başlamadan kestirme bir AKP karşıtlığı ile yaklaşılmasından rahatsız oldum. Ancak, artık durum yavaş yavaş netleşmeye başladı. Bir gün önce, konunun Meclis'te oya sunulacağı açıklandı. Bakın, BM'nin barış gücü gönderme kararına rağmen, uluslararası düzeyde, Lübnan konusundaki tavır belirsizliğini koruyor. Bu çerçevede, Türkiye'nin bağlı olduğu anlaşmalar çerçevesinde asker göndermesini zaruri kılacak bir durum yok. Aksi halde, konuyu yine de tartışmaya açar, ancak, hükümetten Türkiye'nin uluslararası taahhütlerini yerine getirmemesini talep edemezdik. Ancak, mevcut koşullar altında, konu geldi, Türkiye'nin Ortadoğu'da inisiyatif alma hevesine dayandı. Artık, Ortadoğu masasında 'bir koyup beş alma' lafları eden kalmadı, ama geçen yazımda da hatırlatmaya çalıştığım gibi, konu birinci Körfez savaşı tartışmasına geri döndü. Şimdi de, aynı kafada olanlar, 'birinci ligde oynamak' gibi masallarla aynı tavrı yeniden ısındırmaya çalışıyorlar. Yani, Ortadoğu cehenneminde rol kapmak gibi bir heveskârlık söz konusu. *** Ancak, Lübnan hükümetinin ve Hizbullah'ın şimdilik ateşkes kuralı olarak kabul ettiği çerçeve ister istemez zorlanacak. Nitekim, daha en başından, barış gücünün alanını Suriye sınırına kadar genişletmek ihtimali gerilim yarattı ve BM, bunun söz konusu olmadığını açıklamak durumunda kaldı. Ancak, bu geçici bir durum. Hizbullah'ı silahsızlandırmak imkânsız olduğu için ister istemez bu sonuca gidecek başka formüller devreye girecek ve gerilim tırmanacak. Hal böyleyken, Türkiye'nin, gerilim alanına tuzlukla koşmak yerine, kendini bir emrivakinin içinde bulmaktan kaçınması gerekiyor. Hizbullah'ın veya oradaki Müslüman unsurun, Türk askerini başka askerlere tercih ettiği gibi iddiaların tümü baştan aşağı palavra. Görüştüğümüz Hizbullah yetkililerinin hiç biri, özel olarak Türkiye'ye ilişkin olumlu veya olumsuz hiç bir şey söylemedi. Israrlı sorularımıza karşı, sadece ateşkes kurallarını yerine getirdikleri ve bu konuda gelen askerin Türk veya başka ülkeden olmasıyla ilgilenmediklerini belirttiler. Diğer Müslüman unsurlara gelince, biliyorsunuz Şiileri temsil eden diğer parti olan Emel, Hizbullah ile birlikte davranıyor. Sünnilere gelince, Hariri yanlıları, Hizbullah'ın olduğu cephenin karşısında yer aldıkları için tabii ki barış gücüne daha sıcak bakıyorlar. Ama, kimse bulanık suda balık avlamaya kalkmasın, Lübnan'daki siyasi cepheleşme Şii-Sünni veya Müslüman-Hıristiyan eksenleri etrafında oluşmuyor. Nitekim, Hariri karşıtı Sünnilerin lideri Selim Hus, Hizbullah'ın içinde bulunduğu cephede yer alıyor. Bu koşullar altında, Türkiye'nin, Lübnan'a asker gönderme isteği, Ortadoğu'da rol kapmak gibi ham bir hevesin peşinde koşmaktan başka anlam taşımıyor. Bu ham hayalin peşinde koşmanın Türkiye'ye maliyeti uzun vadeli ve çok pahalı olacak. Bu derece önemli bir konuda, diğer siyasi konulardaki tartışmaları devreye sokup yandaş bulma çabası çok rahatsız edici. Bırakın aklı o kadarına elveren, 'Cumhurbaşkanı öyle diyorsa ben böyle derim' diye yerini tayin etsin, gelin biz geniş düşünelim. Nuray Mert/ Radikal
Doğrusu, ben, o zaman, daha çerçevesi hiç belli olmayan bir konuda taraf olmayı anlamsız bulmuştum. Dahası, olaya, konuyu tartışmaya başlamadan kestirme bir AKP karşıtlığı ile yaklaşılmasından rahatsız oldum. Ancak, artık durum yavaş yavaş netleşmeye başladı. Bir gün önce, konunun Meclis'te oya sunulacağı açıklandı. Bakın, BM'nin barış gücü gönderme kararına rağmen, uluslararası düzeyde, Lübnan konusundaki tavır belirsizliğini koruyor. Bu çerçevede, Türkiye'nin bağlı olduğu anlaşmalar çerçevesinde asker göndermesini zaruri kılacak bir durum yok. Aksi halde, konuyu yine de tartışmaya açar, ancak, hükümetten Türkiye'nin uluslararası taahhütlerini yerine getirmemesini talep edemezdik. Ancak, mevcut koşullar altında, konu geldi, Türkiye'nin Ortadoğu'da inisiyatif alma hevesine dayandı. Artık, Ortadoğu masasında 'bir koyup beş alma' lafları eden kalmadı, ama geçen yazımda da hatırlatmaya çalıştığım gibi, konu birinci Körfez savaşı tartışmasına geri döndü. Şimdi de, aynı kafada olanlar, 'birinci ligde oynamak' gibi masallarla aynı tavrı yeniden ısındırmaya çalışıyorlar. Yani, Ortadoğu cehenneminde rol kapmak gibi bir heveskârlık söz konusu. *** Ancak, Lübnan hükümetinin ve Hizbullah'ın şimdilik ateşkes kuralı olarak kabul ettiği çerçeve ister istemez zorlanacak. Nitekim, daha en başından, barış gücünün alanını Suriye sınırına kadar genişletmek ihtimali gerilim yarattı ve BM, bunun söz konusu olmadığını açıklamak durumunda kaldı. Ancak, bu geçici bir durum. Hizbullah'ı silahsızlandırmak imkânsız olduğu için ister istemez bu sonuca gidecek başka formüller devreye girecek ve gerilim tırmanacak. Hal böyleyken, Türkiye'nin, gerilim alanına tuzlukla koşmak yerine, kendini bir emrivakinin içinde bulmaktan kaçınması gerekiyor. Hizbullah'ın veya oradaki Müslüman unsurun, Türk askerini başka askerlere tercih ettiği gibi iddiaların tümü baştan aşağı palavra. Görüştüğümüz Hizbullah yetkililerinin hiç biri, özel olarak Türkiye'ye ilişkin olumlu veya olumsuz hiç bir şey söylemedi. Israrlı sorularımıza karşı, sadece ateşkes kurallarını yerine getirdikleri ve bu konuda gelen askerin Türk veya başka ülkeden olmasıyla ilgilenmediklerini belirttiler. Diğer Müslüman unsurlara gelince, biliyorsunuz Şiileri temsil eden diğer parti olan Emel, Hizbullah ile birlikte davranıyor. Sünnilere gelince, Hariri yanlıları, Hizbullah'ın olduğu cephenin karşısında yer aldıkları için tabii ki barış gücüne daha sıcak bakıyorlar. Ama, kimse bulanık suda balık avlamaya kalkmasın, Lübnan'daki siyasi cepheleşme Şii-Sünni veya Müslüman-Hıristiyan eksenleri etrafında oluşmuyor. Nitekim, Hariri karşıtı Sünnilerin lideri Selim Hus, Hizbullah'ın içinde bulunduğu cephede yer alıyor. Bu koşullar altında, Türkiye'nin, Lübnan'a asker gönderme isteği, Ortadoğu'da rol kapmak gibi ham bir hevesin peşinde koşmaktan başka anlam taşımıyor. Bu ham hayalin peşinde koşmanın Türkiye'ye maliyeti uzun vadeli ve çok pahalı olacak. Bu derece önemli bir konuda, diğer siyasi konulardaki tartışmaları devreye sokup yandaş bulma çabası çok rahatsız edici. Bırakın aklı o kadarına elveren, 'Cumhurbaşkanı öyle diyorsa ben böyle derim' diye yerini tayin etsin, gelin biz geniş düşünelim. Nuray Mert/ Radikal