Büyük İskender MÖ 337'de Anadolu'yu silip süpürürken, günümüzün modern Antalya şehri yakınlarındaki zapt edilmesi çok zor Termessos kalesine gelir. Termessos'un yeraltında muazzam yiyecek ambarlarından oluşan ağını görünce şehri kısa sürede dize getiremeyeceğini anlayan İskender, şehrin en büyük gelir kaynağı olan zeytin ağaçlıklarının yerle bir edilmesini emreder. Bu yaptığı yüzyıllar sonra bile hatırlanacak, alışılmadık derecede kinci bir harekettir. Patrick Cockburn'un Irak'taki savaş ve direnişle ilgili 'İşgal' adlı kitabını okurken işte bu hikâyeyi hatırladım. Cockburn, Bağdat'ın 50 km. kuzeyinde geçimini meyvecilikten sağlayan Duhuliye bölgesini ziyaret etmiş. İşgalin ilk günlerinde Amerikan askerleri buradaki kim bilir kaç yıllık hurma, portakal ve limon ağaçlarını gerilla saldırılarını kendilerine bildirmeyen çiftçileri topluca cezalandırmak için kesmiş. Bu vandalizm de nesiller boyunca hatırlanacak, çünkü hem manasız bir işti, hem de Irak halkı açısından işgalcilerin kötücüllüğünü çok güçlü şekilde simgeliyordu.
'Avrupa önemli bir sahne' Cockburn, savaş başladıktan hemen sonraki dönem hakkında, "Kimi zaman Amerikan askerleri ayaklanma çıkarmak için bilhassa çaba harcar gibiydi" diyor. Eh nihayet becerdiler, sadece son üç ay içinde çoğu Iraklı 10 bin kişi hayatını kaybetti. Bu işin sonu gelmeyecekmiş gibi görünüyor. Cockburn'un da dediği gibi savaş, ABD'nin dünyanın süper gücü konumunu pekiştireceği yerde gücünün sınırlarını açıkça gösterdi. Keza 'Teröre Karşı Savaş' gibi aptalca bir isim verilen şeyde de, istenen etkinin tam tersi elde edildi. Atlantik'in iki yakasındaki istihbarat servisleri Irak'ın terörü daha da azdırdığını teslim ediyor. ABD milli istihbarat birimlerinin geçen hafta kısmen açıklanan raporunda, savaşın 'mücahitlerin meşhur davası'na dönüştüğü ve 'mücahitlerin Avrupa'yı, Batı'nın çıkarlarına saldırmak için önemli bir sahne olarak gördüğü' yazılıydı. Bu, birkaç CIA memurunun şahsi görüşü değil, ABD istihbaratının 16 bölümünün birden vardığı hüküm. ABD'li meşhur gazeteci Bob Woodward'un yeni kitabı 'İnkâr Devleti'nde de (State of Denial), Bush'un Irak'ta gitgide büyüyen isyanı umursamadığı ve Beyaz Saray içinde savaş konusunda Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld fraksiyonuyla, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell ve eski Genelkurmay Başkanı Andrew Card arasında sürtüşme yaşandığı anlatılıyor. Kitaba göre, Rumsfeld hem yönetimin diğer üyelerine karşı kibirli ve aşağılayıcı bir tavır sergiliyor, hem de sorumluluk Pentagon'da olduğu halde Irak'ın işgal edilmesi ve yeniden yapılandırılmasıyla hiç ilgilenmemiş. Atlantik'in iki yakasında belirlenen politikalara, insanda alarm hissi uyandıran bir boşvermişlik ve inkâr havası hâkim. Britanya Savunma Bakanlığı'na bağlı bir MI6 yetkilisinin yazdığına inanılan basına sızdırılmış bir belgede şöyle yazıyor: "Irak savaşı İslam âleminin bütününde aşırılık yanlılarını silahlandırmaya yaradı. Irak zaten hayal kırıklığı içindeki gençliği iyice radikalleştirdi, Kaide'yse ellerine harekete geçme iradesi, amacı ve ideolojisini verdi." ABD'nin ilgili belgelerinin sadece onda biri yayımlandı, ama yönetimin Irak'ı teröre karşı savaşın önemli bir parçasıymış ve Amerikalıların kendi vatanlarındaki güvenliği ilgilendiriyormuş gibi gösterme kampanyasını batırmaya o bile yetti. Zaten bu, Britanya yönetiminin 2002'de hazırladığı Irak'ın kitle imha silahları dosyasındaki 'yönlendirmesini' bile geride bırakan, anıtsal büyüklükte bir yalandı.
Dış politika felaketi
Bush yönetiminin işi ne kadar serdiğini Woodward da onaylıyor. Temmuz 2001'de, yani 11 Eylül saldırılarından iki ay önce, CIA Başkanı George Tenet'le terörle mücadele şefi Cofer Black, dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice'ı bir saldırı beklendiğine dair istihbaratla ikna etmeye çalışırlar. İkisi de Rice'ın uyarıları ciddiye almadığını görür. Irak'ın durumu, terör hücrelerinin çoğalması ve Guantanamo ve Britanya'daki işkence ve tüm yargısız infaz skandallarının ardından, Tony Blair'in hâlâ başbakan koltuğunda oturabilmesi, savaş kabinesindeki bakanlardan hiçbirinin bu feci sicil nedeniyle özür dilememesi ve İşçi Partisi'nin en ufak bir nedamet ifadesinde bulunmamış olması çok çarpıcı. Geçen hafta düzenlenen İşçi Partisi kongresinde de, 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanmış en büyük dış politika felaketinin sorumluları ağırlıklı olarak kendilerini destekleyen bir kitleye konuştu. Blair ve İçişleri Bakanı John Reed'in kongrede yaptıkları konuşmaları okumanızı öneririm. Özgürlük üzerine söylediklerine bakarsanız, bu ikilinin Britanya demokrasisine, şeffaf ve sorumluluk sahibi bir yönetim geleneğine ve siyasetçilerin başarısız politikaların sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği koşuluna ne derin bir tehdit oluşturduklarını görürsünüz. Blair, terörle ilgili şunları söyledi: "Bu terörizm bizim suçumuz değil. Buna biz sebep olmadık. Bizim dış politikamızın bir sonucu değil. Bu, bizim yaşam tarzımıza bir saldırı. "Bu sözleri 12 Eylül 2001'de sarf etmiş olsa haklıydı, ama beş yıl sonrasında, terörizmi bu boyutlara getiren ve tüyler ürpertici bir medeniyetler çatışmasını da pekâlâ mümkün kılan şey, teröre Bush'la birlikte Irak'a saldırarak verdiği cevaptı. Blair kongredeki konuşmasının hiçbir yerinde bunu kabullenmedi. Bizlere bırakacağı mirasın ne olduğunu anlatmak istemez tabii. Henry Porter/ Radikal