Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik kuşatılmışlıktan dolayı Prof. Dr. Haydar Baş önderliğinde yeniden başlatılan kuvay-ı milliye hareketi her geçen gün büyümeye, vatan sathında dalga dalga yayılmaya devam ediyor. Bu dalga dalga yayılarak her geçen gün daha da büyümenin son örneği kendini başkent Ankara'da gösterdi. Ankara-Konya yolu üzerindeki Hacı Baba Tesislerini dolduran binlerce Ankaralı esnaf, sanayici, işadamı, kuvay-ı milliye kadrosu ile liderini görülmedik bir coşku ile karşıladı, sevgi ve muhabbetle kucakladı, iştiyakla bağrına bastı. Hacı Baba Tesislerini dolduran binlerce Ankaralı, Türkiye'nin içinde bulunduğu vahim durumu ve bu vahim durumdan çıkış yollarını anlatan kuvay-ı milliye kadrosu ve liderini pür dikkat dinledi. Ülkenin nasıl bir hastalıkla karşı karşıya bulunduğunu öğrenince üzüldü. Tedavisinin mümkün, tedavi edecek kadronun var olduğunu öğrenince de sevindi. Bu sevincini de Anadolu'nun diğer birçok ilindeki vatandaşların söylediği gibi "Üstad, Üstad", "Bu vatan bizimdir, bizim kalacak" şeklindeki tezahüratlarla dile getirdi. Ankaralılar bununla da kalmadı. Üzerinde yaşadıkları vatan topraklarının ayaklarının altından kaymaması için son çare olarak gördükleri kuvay-ı milliye kadrosunu ülkenin idaresinde görmek istediklerini ve bunun için de üzerlerine düşeni yapacaklarını belirttiler.
MÜBALA?A DE?İL GERÇEK
Kuvay-ı milliyenin yeniden şahlanışının mimarı Prof. Dr. Haydar Baş, salonu hınca hınç dolduran binlerce Ankaralı seçkin topluluğa hitaben yaptığı konuşmada, Türkiye'yi kıvrandıkça kıvrandıran hastalığın teşhisini yaptı. Tedavisinin hangi adreste olduğunu gösterdi.
"Bir hastayı tedavi edebilmek için evvela hastanın muayenesi yapılır, hastalık teşhis edilir, ondan sonra da tedaviye geçilir. Maalesef ülkemizi hasta vaziyetine getirdik. Teşhislerimizi yanlış koyduk. Hemen hemen merhum Atatürk'ten sonra koyulan teşhisler sağlam ve isabetli olmuyor" diyerek sözlerine başlayan Prof. Dr. Haydar Baş şöyle devam etti:
"Mesela Körfez çıkarmasında ben hem yazdım, hem konuştum. 'ABD'nin, topyekün Avrupa'nın Irak'a müdahalesi söz konusudur. Ama burada asıl oyun Türkiye üzerine olacaktır. Tedbirleri şimdiden almamız lazımdır' dedik. O zamanın ilgili siyasilerini düşüncelerimizi aktardık. Hepsi kulak arkasına attılar. Ardından Musul ve Kerkük meselesi gündem edildi. Biz, onlara dökümanlar aktardık. Buraların bizim Osmanlı hanedanına ait olduğunun ispatını yaptık. Bunlar da kulak arkasına atıldı.
Türkiye'yi iki senede Avrupa'yı, üç senede Amerika'yı nasıl yakalar? Dördüncü senede dünya lideri nasıl olur? Mübalağa etmiyorum. Biz, bunu yapacak iktidarda, güçte ve de iradedeyiz. İddialıyız, ısrarlıyız ve de kararlıyız.
Bir insanın şayet paşa ise rütbesini göstermesi bir kibir, gurur konusu değildir. Onun vazifesidir. Ben ekonomiyi, iddia ediyorum, dünya çapında bilen insanlardan çok daha iyi biliyorum. Cambridche'de benim köşem var. Benim bile haberim yok. Altın vs. plaketler verildi. Bir defa onlara dönüp de tenezzül etmedik, bakmadık, teşekkür etmedik. Çünkü bir doğruyu gördüler. Bu doğruya muhtaçlar. Batı bize muhtaçtır. Bizim insanımızın, aydınımızın, hele hele siyasilerimizin göremediği nokta budur. Batı bize muhtaçtır. Biz, bu onuru, bu gururu ortaya koyarsak, göreceksiniz, onlar, her yaptığımız işe ram olacaklardır."
ÇÜRÜK TOHUM MEYVE VERMİYOR
"Bizim insanımız maalesef çürüdü. Bu tohumu nereye ekersen hayırlı bir netice alamıyorsun" teşhisinde bulunan Prof. Dr. Haydar Baş, bu çürümüşlüğün beraberinde getirdiği tehlikelere ve özellikle misyonerlik tehlikesine şöyle dikkat çekti:
"Bu çürümüş insanı siyasette değerlendiriyorsun, ülkenin problemlerini çözecek diye gönderiyorsun, ama bir şey olmuyor. Nitekim biz, bu son iktidar ortaklarından bazılarına çok ciddi katkımız oldu. Ama hiç bir şey çıkmıyor. Din adamı diye yetiştiriyorsun. Adam kalkıyor, Batı dünyasının akaidinin sağlam olduğu iddiasıyla senin inancını bozmaya çalışıyor. Misyonerliğe bedava soyunuyor. Misyonerliğin vazifesi dinini anlatmak suretiyle sadece dininden etmek değildir. Bu güzel vatanı işgal etmektir. Elimizde bu hususta bir sürü doküman vardır.
Misyonerlik bir papazın, bir hahamın, musevilik, isevilik dinini anlatması değildir. Bunların zaten öyle bir derdi yoktur. Senin kalbini ve kafanı işgal ederek önce dininden etmektir. Ondan sonra Türk olmadığını empoze etmektir. 'Aslınız Rumdur, Ermenidir'i söylemek için Türkiye'de faaliyet yapıyorlar. Bu insanlar Türk değil Rum, Ermeni olursa Ankara'ya kim sahip çıkar? Ermeni ve Rum olduğunu iddia eden insanlar sahip çıkar. Misyonerlik oyununun altındaki gerçek budur. Onun için biz, baştan beri 'bu oyuna dikkat' diyoruz. Yedisinden yetmişine herkese bunu söylüyoruz. Bana kalırsa Türkiye'nin asıl problemi bu noktada düğümleniyor."
KURTULUŞ MİLLETİN KENDİSİNDE
İnsanımızı kendi yararına, kendi menfaatine kazanmadıktan sonra hiç bir şey yapmamızın mümkün olmadığını, her gün, Amerika bize çuval dolusu altını bedava olarak hediye etse de hiç bir yere gidemeyeceğimizi, bizi bir noktaya taşıyacak olanın ne Amerika, ne Fransa, ne Almanya, bu milletin bizzat kendisi olduğunu söyleyen Prof. Dr. Haydar Baş, şöyle konuştu:
"Merhum Atatürk, işte bunu yaptı. Cumhuriyeti kurduktan sonra milli iktisat politikasını hayata geçirdi. Batı dünyası o zaman, 'sanayie geçmenize gerek yok' dedi. 'Koca arazileriniz var. Sizin ülkeniz, tarım ülkesidir. Siz sanayie sakın elinizi sürmeyin. Tarım ve hayvancılıkla uğraşın' tavsiyesinde bulundu. Atatürk, 'Yok. Biz onu da yapacağız. Milli sanayii de başlatacağız' dedi. 1923 ila 1938 yılları arası Türkiye'nin devrim yıllarıdır. Bunu hiç kimse söylemiyor. İktisatçılarımız ifade etmiyor. Ekonomi dersinde liberalizmi, kapitalizmi, sosyalizmin iktisadi düzenini anlatıyor. Oysa bu seni bir adım ileriye götürmez. Seni ancak kendi düzenin bir noktaya taşır. Kemal Atatürk'ün milli ekonomi dediği dönemde, Türkiye uçak imalatı yaptı. 1938 yılında Belçika'ya uçak ihracatı yaptı. Şimdi uçak alacağız diye kuyruğa giriyoruz. Mamak'ta gaz maskesi fabrikası kuruldu. 2. Dünya Savaşında Türkiye, dünyaya, harıl harıl gaz maskesi ihraç etti. Ayrıca düyun-u umumiyeden kalan borçlar verildi. O zihniyet devam etmiş olsaydı Türkiye 2001 yılında atom bombasını yapar mıydı yapmaz mıydı? Elbette yapardı."
DALGALI KUR SİSTEMİNE SON VERMEK ŞART
Bunları anlatırken önüne hep finans probleminin çıkartıldığı, "paramız var mı ki bunları yapabilelim" denildiği açıklamasında bulunan Prof. Dr. Haydar Baş, "Batılılara para gökten mi indi? O nasıl kazandı ise aynı metodu hayatına geçirerek sen niçin kazanmak istemiyorsun?" diye sordu ve "Kaldı ki biz para kazanmanın, kalkınmanın yolunu, Batıdan çok daha iyi biliyoruz. Bugün Batının bilmediği bir iş var" dedi. Prof. Dr. Baş, Türk lirasına itibar kazandırma çalışmalarına da değinerek bu konuda şunları söyledi: "Günümüzde Sermaye Piyasası, bankacılık sistemi, döviz piyasası, parayı belli ellerde bloke ediyor. Çiftçinin, çöpçünün, manavın, işadamlarının elinde para olmuyor. Olmadığı için de hepimiz dükkanımızda boş boş oturuyoruz. Sermaye Piyasasındaki kağıt oyunları kumar, öteki de faizdir. Türkiye'nin iktisadını bu iki meseleye bağladık. 'Türkiye'nin kaderi budur' dedik. Bu işler böyle gitmez. Türkiye'nin kamu adına yılda verdiği faiz borcu 60 milyar dolardır. Buraya gelmişken Türk Lirasının haysiyet ve şerefini kurtarma kampanyasını ilan eden arkadaşlara teşekkür ediyorum. Ama olayı noksan yapıyorlar. Meseleyi asıl yerinden yakalamak lazımdır. Dalgalı kur politikasını devam ettirdikçe bunun önüne geçemezsiniz. Bir tane yabancı banka gelir. Tahtakale piyasasına girer. Doları fırlatır. Vatandaş, 'Dolar pahalandı. Eyvah biz Türk Lirasına bağladık, zarar ettik" der mi, demez mi? Çok rahat der. Vatandaş gider, senin bir-iki ay emeğinle bir noktaya taşıdığın anlayışı iki üç günde tuşla mağlup eder. O halde bu kampanyanın yanında asıl kampanya dalgalı kur politikasına son vermek olacaktır. Basit basit oyunlarla kimseyi kandıramazsınız. Bütün bunları biz söylediğimiz için kuvay-ı milliye harekatına başladığımız andan itibaren bize neler yapmadılar. Ama zamanı gelecek bunları aziz milletime anlatacağım. Onlara gerekli dersi bu millet verecektir.
Biz, '24 saatte bu işi hallederiz' diyoruz. Adam, adamını gönderir, 'Rüya mı gördün? Hayrola. Anlat bakalım bu rüyanı' der. Yok. 'Ya dediği doğru çıkarsa' diye korkuyorlar. Bizim dediklerimiz doğru değil, dosdoğrudur. Üç dört tane kanun var. Bunlar çıktığı zaman Türkiye'nin bütün meselesi halledilir."
ÜRETİM, ÜRETİM, ÜRETİM
60 milyar doları faize ödenen bir bütçenin olduğu ülkede enflasyonu düşürmenin mümkün olmadığını, sayın Derviş'in bulunduğu konum itibariyle "bu ülke nasıl çöker?"i bildiğini, Trabzon, İstanbul, Ankara mitinglerinde de belirttiği mevcut proğramla bir yere varılamayacağını tekrarlayan Prof. Dr. Baş, enflasyonu düşürmenin yolunun nereden geçtiğini şöyle özetledi:
"Benim gibi konuşsalar herkes enflasyonun ne olduğunu anlayacak. Ama kendi dilleriyle de değil başkasının dilleriyle konuştukları için de kimse enflasyondan bir şey anlamıyor. Enflasyonun düşmesi için maliye, sigorta vergilerinin azalmamı lazımdır. Hammaddenin ucuzlaması lazımdır. Tüccarın kullandığı kredi faizlerinin düşmesi lazımdır. Enerji, işçi giderlerinin düşmesi lazım ki enflasyon düşsün. Bunlar düştü mü? Hayır! Hiçbir şey düşmez ise mal nasıl ucuzlayacak? Bütün bu kalemleri düşürdükten sonra enflasyon düşer, hatta sıfır olur. Türkiye verdiği faiz 60 milyar doların sadece % 50'sini emisyonla karşılasa enflasyon % 30'a düşer. Yapılacak iş emisyonu genişletip iş adamlarına, proje mukabili faizsiz kredi vermektir. Bundan evvel verilen kredilerin birçoğu geri dönmedi. Parayı farklı yerlerde kullandı. Çar çur etti. Doğrudur. Bunun olmaması için bir müeyyide getirilmesi lazımdır. Bu geldiği takdirde alınan krediler verim olarak ortaya çıkacağından ürettiğiniz oranda enflasyon düşecektir. Mesela aldığınız kredinin % 60'ını mamul haline getirdiniz, o zaman işte o %30'un da % 60'ı düşecek ve enflasyon % 18'e gerileyecektir. % 100 üretim gerçekleşirse o zaman enflasyonu sıfırlarsınız. Dünya bu yoldan geçerek ancak enflasyonu düşürmüştür. Yani üretim artmıştır, ondan sonra da rekabet devreye girmiş ve ucuzlama olmuştur. Vatandaşı böyle eylem noktasına getirmeden enflasyonun düşmesi, maliyenin düzelmesi hiç mümkün değildir.
Bütün bunlar kolay işlerdir. Ama yedisinden yetmişine hepimiz, gece gündüz bir çalışma seferberliği ilan etmek kaydıyla. Çalışmadan, didinmeden, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir adım atması hiç mümkün değildir. Kabul etsek de etmesek de ekonomi eksi % 12'lere varmıştır. Bunu durdurmanın yolu hepimizin devreye girip çalısmasıdır."
"BU KOL ANKARALININ KOLUDUR"
Prof. Dr. Haydar Baş, Türkiye'nin enflasyon dahil bütün problemlerinin Fuzuli'nin Leyla vü Mecnun hikayesindeki nüktede yattığını belirterek sözlerini şöyle bitirdi:
"Bütün bunların olması için milletle devletin, siville askerin bir olması şarttır. Bunu derken, "bu haklı, bu haksız"a girmek çok yanlıştır. Bizim bu badireyi aşmamız için tek vücut olmamız zaruridir. Memlekette öyle kampanyalar var ki halkı devlete, sivili askere karşı çıkartıyor. Bunlarla biz hiç bir yere gidemeyiz. Allah belamızı verir. Zaten istenilen de milletin birbirine girmesi, birbirini yemesidir. Bunun için de gece gündüz çalışılıyor. Hangi argüman varsa devreye konuluyor. O bakımdan hepimiz çok ayık olmamız lazımdır. Eğer biz Türk Silahlı Kuvvetlerine ve devlet kurumlarına gerekli itibarı göstermezsek o zaman Kıbrıs, Güneydoğu, Ege, Kıta Sahanlığı konusu sadece tartışmaya açılmakla kalmaz. Bütün bunlar elimizden çıkar. O zaman Cenab-ı Hak belamızı verir. Bu musibetin altından da hiç kimse kalkamaz.
Fuzuli'nin Leyla vü Mecnun'u vardır. Mecnun Leyla'ya aşıktır. Dağlara düşer. Leyla'ya, 'Bu adam seni çok seviyor. Niye ilgi göstermiyorsun?' derler. O da, 'Söyleyin kolunu kessin bana göndersin' der. Bunu Mecnun'a iletirler. Bıçağı alır, tam koluna indirecekken, 'Bende Leyla'ya verecek kol yok' der. Durum Leyla'ya aktarılır. 'Hani beni sevmişti, dağa düşmüştü. Bir kolunu benden esirgedi' der. Elçi yine Mecnun'a gelir. Mecnun, durumu şöyle anlatır: 'Ben Leyla'dan kol esirgemedim. Bıçağı alıp kolumu keseceğim zaman baktım ki bu kol Leyla'nın koludur. Kimin kolunu kesip kime göndereyim?' İşte bu muhabbeti biz birbirimizde yaşamadığımız müddetçe hiç bir şeyi halledemeyiz. Onun için bu kol Ankaralının, Ankara'nın koludur. Sizin kolunuz da inşaallah bu fakirin kolu olacaktır. Bu anlayış hüküm ferma olduğu zaman bütün problemlerimiz halledilmiş olacaktır."