Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
XIX. yüzyıla gelindiğinde, İngilizler çoğu İslam ülkesine doğru sadece ticaret yolları değil, aynı zamanda politik nüfuz da tesis etmişlerdi. Moğol İmparatorluğu'nun tamamı 1857'de ellerine geçmişti. Ortadoğu hâlâ Osmanlıların kontrolü altında olmasına rağmen ve İngilizler onun topraklarında yatan servetlerine göz dikmeye başlarlarken, bölgeyi dolaşan bir dizi seyyah, herhangi bir ganimetin İngilizler için ne kadar kolay olacağını bildiriyordu. Bu seyyahların ilk ve en önemlilerinden biri, 1817'de Kahire'de ölen John Lewis Burkhardt idi. Bu adam, Şeyh İbrahim İbn Abdullah gibi bir Müslüman ismiyle gezip dolaşıyordu. "Bedeviler ve Vahhabiler" adlı kitabında, Müslüman halkların daha da olumsuz imajını yansıtıyor, Türkleri Araplardan daha zâlim olarak görüyordu. Fakat kendi ev sahipleri hakkında yaptığı genellemeler de, daha iç açıcı değildi; "Arapların, başlıca meşguliyetleri yağmacılık - akıllarından çıkmayan bir şey- olan bir haydutlar milleti olarak isimlendirilebileceğini düşünüyordu."
Böylesi iddialar, "An Account of the Manners and Customs of Modern Egyptians" (Modern Mısırlıların Örf ve Adetleri) adlı kitabı, Ortadoğu'yu gezen veya araştıran bütün Batılılar için zorunlu bir okuma metni haline gelen Edward William Lane (1801- 1876) gibi diğer âlimlerce çürütülmeyip bilakis desteklendiği için, Mısırlıları ve kültürlerini benzer bir tarzda resmetti. Lane, Arabistan Geceleri'ni Binbir Gece adıyla tercüme etti ve hayatının sonlarına doğru, Ortadoğu konusunda bir otorite sayıldı.
Lane'in düşünce hattındaki halefi, Edward Henry Palmer (1840-1882) oldu. Bu zat, kendisini Şeyh Abdullah gibi bir Müslüman ismiyle tanıttı. Desert of Exodus (Göç Çölü) gibi eserinin yanı sıra, Harun Reşid'in biyografisini ve Sina yarımadasına yaptığı yolculuğa dâir anılarını kaleme aldı. Onun Arapları tasviri, Lane'inkini düzeltip daha iyi hale getirmiş olmadı. Bilakis, Arapları "felaket, şiddet ve ihmal saçıp yayan çapulcular" olarak görüyordu ve bedeviler olarak, bunların varlıklarına son verilmeliydi. O seleflerinin bazıları tarafından yaratılan çölün "soylu vahşiler" şeklindeki popüler bedevi imajına karşıydı. Tam tersine onları, "korkunç bir bela" addediyordu. Bir Müslüman kılığına girerken, İngiliz Başbakanı Gladstone adına politik ve askerî görevlerde de bulunuyordu. 1882 yılında, bu başbakan tarafından, İngilizlere karşı bir isyanın başını çekmekte olan Urabi Paşa'yı desteklemekten vazgeçirmesi için rüşvet olarak Sina'daki Arap kabilelerine gönderildi. Bölgedeki elli bin bedeviye rüşvet olarak dağıtması için kendisine yirmi veya otuz bin sterlin civarında para verildi ve bu meblağ nakde çevrilerek, doğal olarak İngiliz yönetimi rüşvete veya kötü yola tenezzül edemeyeceği için, Palmer görünüşte deve satın almak üzere tekrar yola koyuldu. Söylenenlere bakılırsa Palmer görevinde başarılı oldu ve İngiliz Generali Garnet Wolseley de Tel el-Kebir'de Urabi Paşa güçlerini mağlup etmeye muktedir oldu. Fakat daha sonra ise Palmer üç arkadaşıyla birlikte çölde bedeviler tarafından öldürülecektir. Fitne ve fesat tohumları taşıyan bir diğer seyyah da Richard Burton (1921-1990) idi. 1844'te, daha sonraları orayı zaptedecek olan General Charles Napier için casusluk yapmak üzere Pakistan'ın Sind eyaletine seyahatte bulundu. O sıralarda Burton, Mirza Abdullah ismini alarak bir İranlı kılığına girdi. 1953'te ise, bir Arap kılığına girmiş olarak Ortadoğu'daki bir başka görev için yola koyuldu ve hatta Mekke ve Medine'yi ziyaret etti. 'Medine ve Mekke'ye Hac Yolculuğu' adıyla bir kitap yazdı. Kâbe'yi gezerken şöyle yazıyordu: "Mısır'da olduğu gibi eski dönemlerin dev parçaları yok. Yunan ve İtalya'da olduğu gibi, zarif ve ahenkli güzelliğin kalıntılarına rastlanmamakta; Hindistan'daki binalarda olduğu gibi barbarca bir görkem yok. Yine de manzara alışılmışın dışında ve eşsiz; bir kaçı ünlü mâbedi nasıl da ziyaret ediyordu. Gerçekten de diyebilirim ki, örtüye ağlayarak yapışan veya çarpan kalbini kayaya bastıran müminlerden hiç biri; uzak kuzeyden gelen hacının hissettiği kadar derin bir duygu duymuyordu. O, Arapların şiirsel menkıbeleriydi sanki; sabahın tatlı rüzgarı değil, meleklerin çırpınan kanatları, kutsal mâbedin siyah örtüsünü dalgalandırıyor ve kabartıyordu. Gerçeği itiraf etmek gerekirse, onlarınki dini aşktan gelen yüksek duyarlık, benimki ise, mutmain olmuş benliğin kendinden geçişiydi". Burton, "soylu vahşi" bir mümin imajı oluşturmaya çalışmıştı; fakat, bu insanlar arasında bulunmasının nedeni belliydi. Onlara, eğer politik bakımdan gereklilik arz ediyorsa Ortadoğu'yu -hatta Mekke ve Medine'yi- işgal etmelerini salık veriyordu. İngilizlere aynı zamanda, eğer zayıf noktaları üzerinde nasıl durulacağı bilinirse, Arapların kolaylıkla "yönlendirilebileceği" tavsiyesinde bulunuyordu. Burton, eğer İngilizler bu insan sürülerini harekete geçirmeyi gerekli buluyorlarsa, bundan daha kolay başka bir şey olmayacağını da not ediyordu. "Onlara düzenli olarak para verin, iyi bir şekilde silahlandırın, sıkı bir şekilde çalıştırın ve hatta adaletle davranın; yapacakları başka bir şey olmayacaktır" diyordu. Bu insanlar, hafif piyade sınıfına uygun düşeceklerdi. Burton ülkesi için bu tür hizmetleri görürken aynı zamanda, gezdiği yerlerdeki erkek ve kadınların cinsel hayatlarına da göze çarpar bir ilgi duyuyordu. Kendisine ev sahipliği yapan halka dâir bahsettiği şeyler -aslında söylemeye de gerek yok- çarpıtılmış bir imaj oluşturuyordu.