Geçen haftaki yazının bir devamı niteliğinde olan bu yazıda Ramazan-ı Şerif'e girmiş olma sebebiyle biraz bu konuya değinip, başlamış olduğumuz teravih namazının faziletlerine inşallah devam edeceğim.
Nihayet müminlerin heyecanla bekledikleri, sevap kefelerini yüklüce doldurabileekleri bu mübarek günlere eriştik. Bu nimeti ve fırsatı; hakkıyla değerlendirebilmek, her aklını kullanan iman etmiş kişinin tereddütsüz yapacağı bir vazifedir.
Yüce Allah (cc) "Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak kendisinde Kur'an indirilen aydır..." (1) "Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip-geçmiş ümmetlere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı. Umulur ki korunursunuz" (2) buyurmuştu. O (cc) kullarından kendi kendilerine kötülük yapmamalarını, oruç ile korunulması gereken her kötü şeyden korunmalarını isteyip, doğruyu Kur'an ile bulmalarını emretmiştir.
"Gerçekleri yükleyip taşımakta sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz O, (sabır ve namaz) kalbi Allah'a saygı ile ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir" (Ayette geçen sabırdan muradın oruç olduğu söylenmiştir. oruç ve namaz imanı takviye eder. Nefsin kibrini kırar, tembelliği ve uyuşukluğu giderir. Zor işler karşısında insanı güçlü kılar). Bu Ayet-i Kerime'den de anlaşıldığı üzere bir insanın sabır gösterip, oruç tutması, Rabb'ine yönelip namaz kılması, doğruyu bulmak için Kur'an okuması kolay bir iş değildir. Sadece bunları yapabileceklerin, Rabb'ine saygı duyanlar ve O'ndan bu saygı ile ürperenler olduğu vurgulanmaktadır.
Bizler bu şanı, şerefi bulmuş kullardan isek ne büyük nimet içerisinde olduğumuzu kavramalı, halimize şükürler etmeliyiz. Şayet henüz bu şerefe nail olamamışsak inancımızın kuvvetlenmesi, son nefeste iman üzere olabilmek, kibir ve tembelliği atabilmek ve güçlü bir iradeye de sahip olabilmek için bu ibadetlere bu nadide ay ve vakitte hemen başlamalıyız. Çünkü bizler Amentü'yü okuyan, Allah'ın varlığını, birliğini, bilen, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kadere ve ölümden sonra dirilmeye yani ahiret gününe inananlarız. Bunun için söylediklerimiz ile icraatlarımız örtüşmek zorunda. Bu konular asla hafife alınamaz ve samimi insanların ahiret için çalışmamaları düşünülemez. Böyle kimseler için Rabb'imiz "İşte o, kalbi Allah'a saygı ile ürperenler, kendilerinin herhalde Rab'lerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini düşünen ve kabullenen kimselerdir" (4) buyurmuştur.
Bizler de inanan insanlar olarak bu mübarek ayda bu çok ciddi konuyu, ciddi bir şekilde ele alıp düşünmeliyiz. Kur'an-ı Kerim'i bol bol okuyup, Ayet-i Kerimelerin anlamlarını incelemeli, manalarıyla hayatımıza çekidüzen vermeliyiz. Umulur ki Yüce Allah (cc) oruçlarını tutup, namazlarını kılan, gecelerini de teravih ile süsleyenlere lütuf ve merhametiyle muamele eder de eksiklerimizi tamamlatır, gerçek insanların ve İslam'ı tam yaşayanların safına katar.
Ramazan gecelerinin süsü teravihin "Onbirinci gecesini eda eden, öldüğü gün anasından doğduğu gibi tertemiz Rabb'ına vasıl olur. On ikinci günün gecesi teravih kılan mutlu ve kutlu kimse mahşer yerine, yüzü ayın ondördü gibi nurlar saçarak gelir. Onüçüncü günün gecesi terevih kılan, meydan-ı Arasatta her korkudan emin olarak kaim olur. Ondördüncü gece teravihi kılan kişiye, bütün melekler kıldığı namaza şahadet ederler. O kimse kıyamet günü hesaptan kurtulur. On beşinci gece teravihe kaim olana, arş ve kürsiyi hamil olan melekler salat ederler. Onaltıncı gece teravihi kılan kutlu mümine, nârdan azad olduğuna dair berat verilir ve cennete girmesine hüccet kaim olur. Onyedinci gece teravihe hazır olana, Enbiya Aleyhümüsselama verilen sevab verilir". (Kaldığımız yerden itibaren haftaya inşallah yine devam edeceğiz).
Dipnotlar
(1) Bakara-185.
(2) Bakara 183.
(3) Bakara 45.
(4) Bakara 46.
(5) Elhac Muzaffer Ozak, İrşad, 2. cilt, s. 83.
Ramazan GeceleriBalkanlarda RamazanBanislav Nusiç
-Hayırsever misin, Yakup? diye sordu yılan.
- Tabiî ki hayırseverim. Kâbe'den dönüyorum.
- O halde bana da büyük bir sevap işler misin?
- Hay hay! Sen de bana iyilik işlemedin mi sanki. Sokup zehirleyebilirdin, gene de yapmadın.
- Hayır, yapmadım değil, yapamazdım da, çünkü suçlu değilsin. Şimdi beni evime götür sonra hikâyemi anlatırım.
- İyi ama, neyle ve nasıl götüreyim seni?
- Beni önce torbana koyup şu karşıki tepeye kadar yürü. O çıplak tepeye çıkınca uzakta, batıya doğru eski, çökmüş bir kule göreceksin. Onun yanına varınca durup beni torbandan çıkar, olmaz mı? dedi yılan.
Ben de yılanın dediği gibi yaptım. Şimdi dahi bunu anlatırken tüylerim ürperiyor...
Burada Hacı Yakup öyküsünü bir an kesti, biraz soluklandı. Biz de susup, bir an önce devam etmesini bekliyorduk.
- ...Efendime söyleyeyim, dedi ve sonra devam etti: Gece yarısına doğru o çökmüş kuleye ancak varabildim. Torbadan yılanı çıkarıp yere bıraktım, o da:
"- Yakup, dedi, haydi şimdi, izimi hiç yitirmeden, ardımdan yürü."
-Senin ardından nereye yürüyeyim? diye merakla sordum yılana.
"- Senin şimdi dinlenmeye ihtiyacın var, acıkıp susamışsındır. Yarın da gideceğin yolu gösteririm, sana borçluyum" diye karşılık verdi.
Ben onun ardından yürüyerek, o da taşların üzerinden kayarak avlunun ortasına vardık. Birden yılanlara özgü bir çığlık bastı. O anda büyük bir taş yerinden kalktı, açılan gedikten bir ışık pınarı fışkırdı. Keskin bir aydınlık ortalığı öyle kapladı ki, bu taşın altında sanki güneş gizlenmişti. Bu yoğun aydınlıktan gözlerim kamaşmış ve kapanmıştı.
Sürecek...
eski RamazanlarErgun Hiçyılmaz
Osmanlı sultanlarının iftar sofraları gerçekten eşi benzeri bulunmaz bir nefaset ve çeşide sahiptir. Onca yemek çeşidi içinden padişah da olsanız seçimde zorlanırsınız.
Sarayda her kesim, iftarı kendi arasında açardı. Büyük siniler salonlara dizilir, saraylılar öbek öbek sofranın çevresine sıralanıp iftar açarlardı. Eski kadın efendilerin yalılarına iftara gelenlerin itibarlı olanlarını baş ağanın odasına, daha küçük rütbede bulunanları, diğer haremağaları ve baltacılar odalarına alırlardı.
İftardan sonra haremağaları vasıtasıyla Sultan ve Kadın Efendilere saygılar iletilir, karşılığında iltifatla beraber, derecelere göre hediye ve para alınırdı. Getiren haremağası, hediye veya parayı teslim etmeden önce öpüp başına koyar sonra sahibine verirdi. Alan da aldığı hediyeyi öpüp başına koymaya meecburdu.
Ancak padişahın iftar sofrasındaki ihtişam hiçbirine benzemez. Tarihçiler Sultan Aziz'in bir oturuşta bir kuzuyu rahatça kıvırdığını ifade ederler. Hatta bu yüzden kuvvetinin eşsizliğini ve sırtının yere gelmeyişini dile getirirler. "Eski bir başpehliven " imzalı tefrikalara bakarsanız, göbeği güneş görmemiş, yani sırtı yere gelmemiş nice pehlivan Abdülaziz ile boy ölçüşemez. Abdülaziz'in kuvveti mutfağa dayandırılır. Sofrasının iyi olduğuna itirazım yok. Ama bir oturuşta bir kuzu ufalamasına ve bütün pehlivanları tuşlamasına "muhalefet şerhi" koyuyorum. Pehlivanlar padişaha yenilmeyip de ne yapsınlar? Yedi düvele meydan okuyan, cihanı deviren padişahın çıkıp da bir pehlivana yenilmesi olacak şey mi?
Bu tevatür ve yakıştırmaların olsa olsa sofraların ihtişamından kaynaklandığını sanıyorum. Mesela ben Vahdettin Efendi olsaydım; pirinci, çorbası, şiş kebabı, tavuk köftesi, piyazlı pilici, sıcak paçası, bamya ezmesi, ebegümecisi, lahana dolması ve sigara böreğini havi listeye gözucu ile bakar ve şöyle derdim:
"Bre gafiller, sucuklu yumurta yok mudur?"
Hatta iri dermosondan mamul pastırmalı kurufasulyeyi, patlıcan turşusu ile götürüp tepeleme pilav ve bilhassa hoşafa kaşık sallamayı arzu etmek için padişah olmaya lüzum yok.
Bütün bu yazdıklarımın üstüne Vahdettin'in 24 Kanunsani (Ocak) 1337'deki yemek listesine baktım. Sadece köfte, paça, bamya ezmesi ve elma hoşafı yediğini gördüm!
LâtifelerLamiizâde Abdullah Çelebi
Yine anlatırlar: Şeyh Hacı Halife Hazretleri Allah rahmet eylesin -bir gün Bursa'nın bir sokağında dervişleriyle giderken bakmışlar ki, bir hâtun kişi bir yük odun satın almış. Odun yüklü hayvanı kapısından içeri giremediği için oduncu odununu sokakta balçığa döküp gitmiş. Hâtun da çamurlu odun taşımaktan rahatsız olup gâh hâneyi yapana ve gâh odunu satana yakışıksız sözler söyleyip, sokak içinde dikilerek türlü hayasızlıklar edermiş. Şeyh Hazretleri bunu görünce:
-Behey bacım, günahsız Müslümanlar'a söğeceğine vaktinde dışarı döktürmeseydin ya! demiş.
***
Rivâyet olunur ki, bir gün mü'minlerin emîri, Müslümanlar'ın reisi, Resûl'ün damadı ve Hazret-i Fatıma'nın eşi İmam Ali Hazretleri'nin önüne edepsiz, kötü sözlü ve katı yüzlü bir küstah gelip dedi ki:
-Neden Ebubekir'in ve Ömer'in halifelikleri esnasında halk kavga, karışıklık, husûmet ve ölüp öldürmekten uzaktı? Senin ve Osman'ın hilâfeti zamanında böyle çekiş, döğüş, kavga, ihtilaf ve bozukluk oldu? Hazret-i Ali
cevabında buyurdu:
-Zirâ ben ve Osman, Ebûbekir'e ve Ömer'e yardımcı idik. Sen ve senin emsâlin bana ve Osman'a yardımcı oldunuz.
***
Yine bir gün mü'minlerin emiri İmam Ali Hazretleri'nin meclisinde, Yahudi kavminden bir cemâat gelip dediler ki:
-Ey Müslümanlar'ın halifesi, ne oldu size ki, Nebinizin ölümünden sonra aradan on onbeş yıl geçmeden biri birinizle hile düzen ve kılınçla çıkıp vuruştunuz?
Hazret-i Ali buyurdu:
Ey Yahudi cemâati! Size de ne olduydu ki, henüz Nil nehinden ayağınız kurumamıştı ki, bir tâifeyi (gurubu) mücevher putlara taparken görüp dediniz: "Ya Musâ, bizim için o putlara tapan kavmin ilahları gibi bir ilah yap."
Gönül DostlarıMehmed Emîn Tokâdî Hz.
Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zatı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zât ellerini kaldırıp dua etti. Duâdan sonra Fâtiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıp giderken o mübârek zât bana yaklaştı, yanıma gelip selâm verdi ve; "Hoşgeldin Emîn Efendi" dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i Şerif'in yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan sonra biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübarek zât ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne'deki Şeyh Muhammed Efendi'nin tavsiyesi aklıma geldi ve bahsettiğinin bu mübarek zat olduğunu anladım. Fakat o anda selâmını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğim yerlerden sorup cevap aldıktan sonra; "Edirne'de size emânet edilen şeyi unuttunuz" buyurdu. Hemen Edirne'de ki Muhammed Efendi'nin selamını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selâmı aldı. Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allah-ü Teâlâ'nın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:
Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkik Hâkânî
Ki bir Hakkı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.
Bundan sonra dille anlatılmaz hallere ve nimetlere kavuştum. Fârisi bildiğim için, ekseriyetle Fârisî kelimelerle konuşurdu. Benden iki sene önce huzûruna gelen Tatar Ahmed Efendi adında bir zât ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendi'yi Medine'de bulunan ve orada insanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahîm Buhâri'nin hizmetine gönderdi. Sonra benim İStanbul'a döneceğim sırada, Tatar Ahmed Efendi'yi tekrar Mekke'ye çağırıp, icâzet verip, Anadolu'ya insanları irşad için gönderdi.
1702 senesi hac mevsiminden, 1705 senesi hac mevsimine kadar, üç sene, Ahmed Yekdest Cüryânî Hazretleri'nin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihayet 1705 senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul'a döndüm."
Mehmed Emîn Tokâdî Hazretleri, hocası Ahmed Yekdest Hazretleri'nin sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere ulaştıktan sonra İstanbul'a dönünce, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendi'nin evine yerleşti ve İstanbul'da beş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kâdîrî, Şâzilî, Şettâri yollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul'da kaldığı bu beş sene müddetince Şehzâde Câmiinde ve Sultan Mahmûd Câmiinde talebelere ders verdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Kumul Efendi, Mevlânâ Hâce Ziyâüddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlânâ Şeyh İsâ-yı Mahvî ve Sünbüliyye meşhurlarından Seyyid Nûreddin Sünbülî ile sohbet etti. Sonra Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeş eyaletine sonra Kudüs'e gitti. Oradan da Mekke ve Medine'ye gitti. Bu esnada hocası Ahmed-i Yekdest Hazretleri vefat etmiş ve dört sene geçmiş idi.
Ramazan Sofrası
DOLDURULMUŞ PİLİÇ
Malzemesi (4 kişilik)
* 1 çay fincanı pirinç *2 çorba kaşığı margarin * 1 çorba kaşığı margarin *1 tatlı kaşığı kıyılmış soğan * 1 çorba kaşığı kuş üzümü *2 çorba kaşığı beyaz fıstık * 4 çorba kaşığı kıyılmış ciğer *1 büyük soyulmuş ve kıyılmış domates * karabiber, tarçın, yenibahar, tuz *1 3/4 çay fincanı et suyu yoksa su * 4 yarım piliç (kol kemiği hariç bütün kemikleri temizlenmiş ve but kısmı pirzola demiri ile dövülmüş) * 4 adet yağlı kağıt (18'e 25) * 4 kaşık margarin
Hazırlanışı
Önce ayıklanmış pirinci 1 saat ılık tuzlu suda ıslatıyoruz ve pirinci 4-5 defa yıkadıktan sonra süzüyoruz. Bu arada başka bir tencerede margarini kızdırıyoruz. Temizlediğimiz fıstıkları da tencerenin içine atarak hafifçe sarartıyoruz. Soğanı da ilave edip yarım dakika kavurduktan sonra bütün malzemeyi içine atıyoruz. Bunlar kaynarken bir başka tencereye 1 çorba kaşığı yağ koyup, kızdırıyor ve pirinci ilave ediyoruz. Bunu 3 dakika kevgirle kavurduktan sonru öteki tencerede kaynamış olan harcı da üzerine ekliyoruz. Bunu da 2 dakika kaynattıktan sonra ağır ateşli fırında 17 dakika pişiriyoruz. Daha sonra pilicin but kısmının üzerine 3 dolu çorba kaşığı pilav koyuyoruz ve pilicin göğüs kısmıyla üzerini kapatıyoruz. Dolma gibi, kenarları sıkıştırılıp kol kemikleri yukarı kalkık olarak yağlı kağıtların ortalarına yerleştiriyoruz. Üstü açık bir paket gibi, piliçleri bu kağıtlara sarıyoruz. Üzerilerine birer kaşık margarin koyuyoruz ve fırında 35 dakika pişirip servis yapıyoruz.
Afiyet Olsun
Mâniler
Akşamdan pilavı pişirdim
Gene karnımı şişirdim
Ben çok mani bilecektim
Ama defteri düşürdüm.
Eski cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım tok ama
Arkadaşımın börek ister.