Haklar, vazifeler ve hürriyetler
Hak ve vazife kavramı, yetki-mesuliyet münasebeti gibi birbirine yakın, birbirini tamamlayan mefhumlardır. Bir hak, beraberinde vazife şuurunu da taşır. Her hak bir yetkinin, her vazife de bir mesuliyetin sebebidir. Hürriyet ise, ubûdiyet şartlarında ve meşrû dairede bir mükellefin hareket serbestliğidir. Hak ve vazife, bir baskıya neden olacak bir imtiyaz sebebi olmadığı gibi, hürriyet de, mesuliyet hissi taşımadan, aşırı bir başıboşluğa gidiş değildir.
Vedâ Hutbesi, bu husustaki ölçü ve incelikleri de ortaya koymaktadır. Hak kavramını ve ölçüsünü Cenab-ı Hak ortaya koymuştur. Bunu ifadeyle Resûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Cenab-ı Hak, hak sahibine hakkını Kur'ân'da vermiştir. Vârise vasiyet etmeğe lüzum yoktur".
Vedâ Hutbesinde, ilmi ve doğruyu yayma ve hakkı tebliğ etme hürriyet ve vazifesi de vurgulanır. Bütün hak ve hürriyetler, mesuliyetlerle dengeli ve hak adınadır.
"Bu nasihatlarımı; burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki; kendisine bildirilenler, burada bulunanlardan daha iyi anlayarak daha iyi muhafaza etmiş olurlar".
"(Kafirleri) İslâm dinine girmek için zorlamak yoktur. İman ile küfür kesin olarak meydana çıkmıştır." Bu, Müslümanların hakim olduğu toplumlarda din hürriyetinin geniş bir uygulamasıdır. Müslümanların kurdukları devletlerin dışında hiç bir devlet, insanları hür bırakmamıştır. Müslümanlar, başka dine mensup kimselerin ülkesini fethetmelerine ve o topraklarda uzun yıllar yaşamalarına rağmen, o dinin mensuplarına asla zulmetmemişlerdir. Şayet Müslümanlar feth ettikleri yerlerde insanları İslâm dinine girmeye zorlasalardı, onlara hiç kimse mani olamazdı. Ama onlar bunu yapmamışlardır. Gayr-i müslimler ise; girdikleri ülkelerde insanları zorla din değiştirmeye zorlamışlar, direnenleri de öldürmüşlerdir. Hıristiyanlar, İspanya'yı işgal etmeden önce orada 30 milyon Müslüman vardı. Ancak, bugün orada kaç tane Müslüman bulabilirsiniz? Bunun yanında; Müslümanların asırlarca hakim olarak yaşadıkları yerlerde bugün hâlâ Hıristiyan ve Yahudilere, gayr-i müslimlere fazlasıyla rastlamak mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse; bugün Hindistan'da gayr-i müslimler çoğunluktadır. Halbuki Hindistan'da Müslümanlar 800 sene hükümrân olmuşlardır.
Bir defasında I. Sultan Selim, Hıristiyan çocuklarını toplayıp onları İslâm'a göre yetiştirmeyi düşünmüştü. İslâm uleması buna karşı geldiler. Bunu caiz görmediler. O da bu görüşündan vazgeçti.
Müslümanların, fethettikleri ülke ahalisiyle yaptıkları anlaşmalara bakarsak; ne kadar müsamahalı ve hoşgörülü davrandıklarını rahatlıkla görürüz. İslâm daveti, kalblere ancak ikna etmek, suretiyle girebilir.
Hak ve vazife kavramı, yetki-mesuliyet münasebeti gibi birbirine yakın, birbirini tamamlayan mefhumlardır. Bir hak, beraberinde vazife şuurunu da taşır. Her hak bir yetkinin, her vazife de bir mesuliyetin sebebidir. Hürriyet ise, ubûdiyet şartlarında ve meşrû dairede bir mükellefin hareket serbestliğidir. Hak ve vazife, bir baskıya neden olacak bir imtiyaz sebebi olmadığı gibi, hürriyet de, mesuliyet hissi taşımadan, aşırı bir başıboşluğa gidiş değildir.
Vedâ Hutbesi, bu husustaki ölçü ve incelikleri de ortaya koymaktadır. Hak kavramını ve ölçüsünü Cenab-ı Hak ortaya koymuştur. Bunu ifadeyle Resûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Cenab-ı Hak, hak sahibine hakkını Kur'ân'da vermiştir. Vârise vasiyet etmeğe lüzum yoktur".
Vedâ Hutbesinde, ilmi ve doğruyu yayma ve hakkı tebliğ etme hürriyet ve vazifesi de vurgulanır. Bütün hak ve hürriyetler, mesuliyetlerle dengeli ve hak adınadır.
"Bu nasihatlarımı; burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki; kendisine bildirilenler, burada bulunanlardan daha iyi anlayarak daha iyi muhafaza etmiş olurlar".
"(Kafirleri) İslâm dinine girmek için zorlamak yoktur. İman ile küfür kesin olarak meydana çıkmıştır." Bu, Müslümanların hakim olduğu toplumlarda din hürriyetinin geniş bir uygulamasıdır. Müslümanların kurdukları devletlerin dışında hiç bir devlet, insanları hür bırakmamıştır. Müslümanlar, başka dine mensup kimselerin ülkesini fethetmelerine ve o topraklarda uzun yıllar yaşamalarına rağmen, o dinin mensuplarına asla zulmetmemişlerdir. Şayet Müslümanlar feth ettikleri yerlerde insanları İslâm dinine girmeye zorlasalardı, onlara hiç kimse mani olamazdı. Ama onlar bunu yapmamışlardır. Gayr-i müslimler ise; girdikleri ülkelerde insanları zorla din değiştirmeye zorlamışlar, direnenleri de öldürmüşlerdir. Hıristiyanlar, İspanya'yı işgal etmeden önce orada 30 milyon Müslüman vardı. Ancak, bugün orada kaç tane Müslüman bulabilirsiniz? Bunun yanında; Müslümanların asırlarca hakim olarak yaşadıkları yerlerde bugün hâlâ Hıristiyan ve Yahudilere, gayr-i müslimlere fazlasıyla rastlamak mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse; bugün Hindistan'da gayr-i müslimler çoğunluktadır. Halbuki Hindistan'da Müslümanlar 800 sene hükümrân olmuşlardır.
Bir defasında I. Sultan Selim, Hıristiyan çocuklarını toplayıp onları İslâm'a göre yetiştirmeyi düşünmüştü. İslâm uleması buna karşı geldiler. Bunu caiz görmediler. O da bu görüşündan vazgeçti.
Müslümanların, fethettikleri ülke ahalisiyle yaptıkları anlaşmalara bakarsak; ne kadar müsamahalı ve hoşgörülü davrandıklarını rahatlıkla görürüz. İslâm daveti, kalblere ancak ikna etmek, suretiyle girebilir.