Kahraman Türk milleti memleketi ve mukaddes bildiği değerleri için tarih boyunca savaşmış ve gerektiği zaman bu yolda ölmeyi hayata karşı tercih etmiştir. Şanlı ecdadımız yaşadığı sürece "ölürsem şehit, kalırsam gazi" inancı ile cepheden cepheye koşmuş ve şanlı zaferler kazanmış, destanlar yazmıştır.
Asil milletimizin özünde yaşayan iki kıymet vardır ki; biri şehitlik diğeri ise gaziliktir. Bu düşünce ve inanç ile de tarih boyunca kadın, erkek, yaşlı, genç demeden bu değer uğrunda feday-i can etmekten çekinmemişlerdir.
Buna örnek 18 Mart Çanakkale zaferidir, İnönü savaşlarıdır, Sakarya Meydan Muharebesidir. Bende Sakarya Meydan muharebesi ile ilgili bulduğum bir öyküyü aşağıda naklediyorum:
"Uzun ve gölgesiz yollardan kesintisiz bir akışla savaş alanına inen kutsal kafilelere her zaman rastladım. Tablo hiç değişmezdi, zayıf öküzlerin çektiği cephane yüklü arabalar ve bunların başında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar ve hatta çocuklar, çok defa yolun kenarına çekilir; onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilâhi musıki gibi dinlerdim. Yalnız cephede dövüşenler değil, bunlar da kutlanmaya layık birer kahramandı.
Bir yaz günü, Türk milletinin, Sakarya kıyılarından heyecan içinde zafer müjdesi beklediği günlerden biriydi.
Öğle güneşinin bunaltıcı sıcaklığı içinde cepheye doğru ağır ağır ilerleyen bu kafilelerden birisiyle karşılaştım. Selam verip geçecektim. Fakat birden bakışlarım, dört sandık yüklü hayvanla kafileye karışmış bir gencin üzerinde durdu. Bu gürbüz, geniş göğüslü, yağız yüzlü gencin bir ayağı tahtadandı. Bu bir garipti. Yanına yaklaştım, kendisiyle görüşmeye başladım. Ayağının birini Çanakkale harbinde bir hücum esnasında bir mermi alıp götürmüş. Hastanede tedavi edildikten sonra köyüne dönmüş, tarlasında çalışmaya başlamış. Sonra İstiklal Harbi başlayınca tek ayağı ile arkadaşlarının arasına karışamadığına yanmış. Hiç olmazsa cephane taşıyarak hizmet etmek için şehre inmiş. Tek hayvanına dört sandık yüklemiş ve işte dört günden beri de yol yürüyorlarmış... Cephede bulunamadığına, arkadaşları ile omuz omuza harb edemediğine üzüldüğü, gönüllü olarak üstlendiği bu hizmette bir teselli aradığı pek belliydi.
Saf ve ağırbaşlı bir tavırla:
-Bey... diyordu, sakatım muharebeye gidemedim. O iki kat hain düşmandan kendim alamazsam, hiç değilse götürdüğüm gülleler intikam alsın...
Onu incitmeyecek kelimeler seçmeye dikkat ederek bu yorucu işi bir başka kardeşin üstlenmesini teklif ettim. Birdenbire başını kaldırdı. Gözlerime dikilen gözleri kıvılcım saçtı ve:
-Düşman denize dökülene kadar benim ahtım budur bey, dedi.
Bana öyle geldi ki Anadolu bu malul gazinin kısa fakat mana dolu sözleri ile son ve kesin kararını söylüyor. O zaman ruhumun taptaze bir ümit ve muvaffak havasıyla dolduğunu hissettim.
Derin bir sevgiyle asil ruhlu, mert Türk çocuğunun arkasını sıvazladım heyecandan titreyen bir sesle:
"Yolun açık olsun kardeş..." dedim.
Aradan yıllar geçti. Elbette ki onu bir daha göremedim. Ahtı yerine geldikten, kahpe düşman denize döküldükten sonra o da şüphesiz Anadolu'nun diğer alçak gönüllü, mütevazı ve isimsiz kahramanları gibi köyüne çekilmiştir. Görevi yapmaktan doğan bir ruh huzuru ile yuvasında samimi bir aile hayatı geçirmektedir. Fakat ben onu unutmadım.
Ne zaman ki İstiklal Harbine ait hatıralarımı yoklasam, yağız çehresi, geniş aslan göğsü, tahtadan ayağı fakat çelikten kalbiyle onun hayali gözümde canlanır ve "Düşman denize dökülene kadar... ahdım budur!" diyen erkek sesini işitir gibi olurum.
Dostlarım bugün hür ve müreffeh bir ülkede yaşıyorsak bugünümüzü dün yaşayan bu uğurda şehit ve gazi olan o isimsiz kahramanlara borçluyuz.
Tüm şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.
Asil milletimizin özünde yaşayan iki kıymet vardır ki; biri şehitlik diğeri ise gaziliktir. Bu düşünce ve inanç ile de tarih boyunca kadın, erkek, yaşlı, genç demeden bu değer uğrunda feday-i can etmekten çekinmemişlerdir.
Buna örnek 18 Mart Çanakkale zaferidir, İnönü savaşlarıdır, Sakarya Meydan Muharebesidir. Bende Sakarya Meydan muharebesi ile ilgili bulduğum bir öyküyü aşağıda naklediyorum:
"Uzun ve gölgesiz yollardan kesintisiz bir akışla savaş alanına inen kutsal kafilelere her zaman rastladım. Tablo hiç değişmezdi, zayıf öküzlerin çektiği cephane yüklü arabalar ve bunların başında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar ve hatta çocuklar, çok defa yolun kenarına çekilir; onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilâhi musıki gibi dinlerdim. Yalnız cephede dövüşenler değil, bunlar da kutlanmaya layık birer kahramandı.
Bir yaz günü, Türk milletinin, Sakarya kıyılarından heyecan içinde zafer müjdesi beklediği günlerden biriydi.
Öğle güneşinin bunaltıcı sıcaklığı içinde cepheye doğru ağır ağır ilerleyen bu kafilelerden birisiyle karşılaştım. Selam verip geçecektim. Fakat birden bakışlarım, dört sandık yüklü hayvanla kafileye karışmış bir gencin üzerinde durdu. Bu gürbüz, geniş göğüslü, yağız yüzlü gencin bir ayağı tahtadandı. Bu bir garipti. Yanına yaklaştım, kendisiyle görüşmeye başladım. Ayağının birini Çanakkale harbinde bir hücum esnasında bir mermi alıp götürmüş. Hastanede tedavi edildikten sonra köyüne dönmüş, tarlasında çalışmaya başlamış. Sonra İstiklal Harbi başlayınca tek ayağı ile arkadaşlarının arasına karışamadığına yanmış. Hiç olmazsa cephane taşıyarak hizmet etmek için şehre inmiş. Tek hayvanına dört sandık yüklemiş ve işte dört günden beri de yol yürüyorlarmış... Cephede bulunamadığına, arkadaşları ile omuz omuza harb edemediğine üzüldüğü, gönüllü olarak üstlendiği bu hizmette bir teselli aradığı pek belliydi.
Saf ve ağırbaşlı bir tavırla:
-Bey... diyordu, sakatım muharebeye gidemedim. O iki kat hain düşmandan kendim alamazsam, hiç değilse götürdüğüm gülleler intikam alsın...
Onu incitmeyecek kelimeler seçmeye dikkat ederek bu yorucu işi bir başka kardeşin üstlenmesini teklif ettim. Birdenbire başını kaldırdı. Gözlerime dikilen gözleri kıvılcım saçtı ve:
-Düşman denize dökülene kadar benim ahtım budur bey, dedi.
Bana öyle geldi ki Anadolu bu malul gazinin kısa fakat mana dolu sözleri ile son ve kesin kararını söylüyor. O zaman ruhumun taptaze bir ümit ve muvaffak havasıyla dolduğunu hissettim.
Derin bir sevgiyle asil ruhlu, mert Türk çocuğunun arkasını sıvazladım heyecandan titreyen bir sesle:
"Yolun açık olsun kardeş..." dedim.
Aradan yıllar geçti. Elbette ki onu bir daha göremedim. Ahtı yerine geldikten, kahpe düşman denize döküldükten sonra o da şüphesiz Anadolu'nun diğer alçak gönüllü, mütevazı ve isimsiz kahramanları gibi köyüne çekilmiştir. Görevi yapmaktan doğan bir ruh huzuru ile yuvasında samimi bir aile hayatı geçirmektedir. Fakat ben onu unutmadım.
Ne zaman ki İstiklal Harbine ait hatıralarımı yoklasam, yağız çehresi, geniş aslan göğsü, tahtadan ayağı fakat çelikten kalbiyle onun hayali gözümde canlanır ve "Düşman denize dökülene kadar... ahdım budur!" diyen erkek sesini işitir gibi olurum.
Dostlarım bugün hür ve müreffeh bir ülkede yaşıyorsak bugünümüzü dün yaşayan bu uğurda şehit ve gazi olan o isimsiz kahramanlara borçluyuz.
Tüm şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.