İlk cümle olarak hemen belirtelim ki, İslam'ın tarihselliğinden bahsetmenin amacı, Müslümanları İslamî yaşayıştan uzaklaştırıp, Batı kültürünün değerlerine adapte etmek ve bu sayede daha rahat sömürebilmektir.
Tarihselliği savunanlara göre Peygamberler, belli bir zaman diliminde belli bir bölgeye gönderilmiştir. Dolayısıyla son Peygamber Hz. Muhammed ve O'nun getirdiği Kur'an-ı Kerim için de aynı şey geçerlidir. Bu itibarla O'nun getirdiği hükümler, kural ve kaideler dönemin ve o bölgenin insanlarına uygundur, onları bağlar. Bugün ise geçerli değildirler. Halbuki hangi zaman diliminde ve dünyanın neresinde gelmiş olurlarsa olsunlar bütün Peygamberler aynı hakikati vâzetmişlerdir. Biri dünya hayatından ayrıldıktan sonra bir başkası gönderilmiştir. Bu seyir aynı zamanda evrenselliğe doğru bir tekamülü içermektedir. Sözkonusu risalet zinciri Hz. Muhammed ve O'nunla gönderilen Kur'an-ı Kerim'le sona ermiştir. Çünkü din müessesi artık kemale ulaşmıştır. Bu hakikat ayet-i kerimelerde şöyle beyan edilmektedir:
"Bugün dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim" Maide: 3.
"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" Sebe: 28.
Tarihselcilerin bir başka iddiaları ise, Kur'an'ın ibadet ve ahlâkla ilgili hükümlerin evrensel, sosyal hayata dair hükümlerinin ise tarihsel olduğudur.
Esasen İslam'ın ahlakî hükümleri ile sosyal hayata ilişkin hükümlerini birbirinden ayırmak zaten mümkün değildir. Çünkü sosyal kuralların olmadığı yerde o ahlâkı bulmak da imkânsızdır.
Tarihselliği savunanların bir kısmı İslam'da bazı suçlara ağır cezalar verilmesinin sebebini bu hükümlerin indiği cemiyetin şartlarına bağlarlar ve günümüzde başka ceza yöntemlerinin de aynı caydırıcılık fonksiyonunu icra edebileceğini söylemek suretiyle İslamî cezaların bugün geçerli olmayacağını iddia ederler.
Halbuki bu iddianın tam tersine ceza hükümleri hakikatten habersiz cahil insanlara değil, itikadî ve ahlakî hükümlere belli bir kemâlata erişen insanlara; barışın, huzurun, kardeşliğin olduğu bir cemiyete, bu asayişi bozmaya kalkışanlara yönelik olarak indirilmiştir. Zira cezaların ağırlığı toplumun ilkelliğinin değil, tam tersine gelişmişliğinin bir ifadesidir. Toplumun medeniyet seviyesi ile cezanın ağırlığı doğru orantılıdır. (Geniş bilgi için bkz.: Prof. Dr. Haydar Baş, Dinî ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler)
* * *
Bir de şu var ki Kur'an-ı Kerim'de mucizevî bir ifadeyle beyan edilen bir hakikatin tecellisini görüyoruz bu iddialarda. Zira Cenab-ı Allah Arafe Suresi'nin 146. ayetinde şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimi anlatmaktan (Kur'an'ı kabulden) çevireceğim."
Gerçekten de -demek kibirlenmelerindenmiş- bazı insanların Kur'an'daki çok basit gerçekleri bile kabulden mahrûm kaldıklarını görüyoruz. Bunlardan biri de İslam'ın ceza hukukundaki kısasa kısas kuralı. Bakın Allah bu konuda ne buyuruyor: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz" Bakara: 179.
Çok basit, ama bir o kadar da hikmet dolu bir hakikat. Zira kısas cezası insanları öldürmek için değil, yaşatmak için var, cinayet gibi affı olmayan bir günahı işlemekten sakınsınlar diye var. Ve bu itibarla kısasa kısas hükmü bile Allah'ın kuluna olan muhabbetin bir tecellisi, ama görmek için göz gerek.
Aslına bakarsanız 'Cehennem bile Allah'ın kuluna olan sevgisinin tecellisidir, desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Düşünün ki bir insan bile, birini ne kadar çok severse onun ihaneti karşısındaki kırgınlığı ve kızgınlığı o kadar çok olur. Halbuki Allah en kötü kulunu bile, bir anenin evladına olan sevgisinin yirmi kat fazlasıyla seviyor. Elbetteki onun isyan ve ihaneti karşısındaki hassasiyeti de bu kadar büyük olacaktır. Cehennem'in varlığı ve dehşeti Rabb'in kuluna verdiği kıymetin bir tezahürüdür.
* * *
İslam'a göre ceza aynı zamanda bir lütuftur, zira ceza temizleme vesilesidir. Kul işlediği günahın cezasını dünyadayken çekerse, ikinci kere ahirette çekmekten kurtulur. Çünkü cezadan sonra -eğer niyetinde tevbe etmek varsa- o günahı hiç işlememiş gibi olur. Bunun içindir ki tarih işlediği günahtan pişmanlık duyarak, ilgililere kısas, recm gibi ceza talebinde bulunan insanların örnekleriyle doludur.
İslam akaidini ve Kur'an hükümlerini harfiyyen yaşamak her mü'minin görevidir. Bizim "sabır" diye bildiğimiz güzel ahlâk insana en çok dinini yaşamak için lazımdır. Yani en büyük sabır, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak hususunda gösterilen sabırdır ve ayette buyurulduğu üzere "Allah sabredenlerle beraberdir". Allah'ın sabredenlerle beraber olması demek, Allah'ın gücünün, kuvvetinini, kudretinin, azminin lütfunun, kereminin vs. onlarla beraber olması demektir.
Bu esmaların tecellileriyle Müslümanlar, tarih boyunca canlarına, mallarına, namuslarına, dinlerine, topraklarına göz diken kafirlere kan kusturmuşladır. Ve kafirler tek çare olarak Müslümanları dinlerinden yani Rab'lerinden uzaklaştırmayı amaçlamışlardır. İşte İslam'ın tarihselliğinden bahsetmelerinin sebebi de budur. Bu söylemler yerli değildir, batı kaynaklıdır. İçeriden savunanlar yerli işbirlikçiler, üç beş paralık, satılık adamlardır. Zaten tarihsellikten bahsedenlerin gündem ettikleri ilk ayetler ehl-i kitabın kafir olduğunu ve Cehennem'e gideceğini bildiren ayetlerdir. Aslında bu ayetlerle uğraşmalarının nedeni Cennet'e gitme iştiyakları değildir; çünkü Cennet'e gitmek isteselerdi Müslüman olurlardı. Tek niyetleri hepimiz, mü'miniz, mü'minin malı ortaktır, diyerek topraklarımıza önce ortak, sonra sahip çıkmaktır.
Tarihselliği savunanlara göre Peygamberler, belli bir zaman diliminde belli bir bölgeye gönderilmiştir. Dolayısıyla son Peygamber Hz. Muhammed ve O'nun getirdiği Kur'an-ı Kerim için de aynı şey geçerlidir. Bu itibarla O'nun getirdiği hükümler, kural ve kaideler dönemin ve o bölgenin insanlarına uygundur, onları bağlar. Bugün ise geçerli değildirler. Halbuki hangi zaman diliminde ve dünyanın neresinde gelmiş olurlarsa olsunlar bütün Peygamberler aynı hakikati vâzetmişlerdir. Biri dünya hayatından ayrıldıktan sonra bir başkası gönderilmiştir. Bu seyir aynı zamanda evrenselliğe doğru bir tekamülü içermektedir. Sözkonusu risalet zinciri Hz. Muhammed ve O'nunla gönderilen Kur'an-ı Kerim'le sona ermiştir. Çünkü din müessesi artık kemale ulaşmıştır. Bu hakikat ayet-i kerimelerde şöyle beyan edilmektedir:
"Bugün dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim" Maide: 3.
"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" Sebe: 28.
Tarihselcilerin bir başka iddiaları ise, Kur'an'ın ibadet ve ahlâkla ilgili hükümlerin evrensel, sosyal hayata dair hükümlerinin ise tarihsel olduğudur.
Esasen İslam'ın ahlakî hükümleri ile sosyal hayata ilişkin hükümlerini birbirinden ayırmak zaten mümkün değildir. Çünkü sosyal kuralların olmadığı yerde o ahlâkı bulmak da imkânsızdır.
Tarihselliği savunanların bir kısmı İslam'da bazı suçlara ağır cezalar verilmesinin sebebini bu hükümlerin indiği cemiyetin şartlarına bağlarlar ve günümüzde başka ceza yöntemlerinin de aynı caydırıcılık fonksiyonunu icra edebileceğini söylemek suretiyle İslamî cezaların bugün geçerli olmayacağını iddia ederler.
Halbuki bu iddianın tam tersine ceza hükümleri hakikatten habersiz cahil insanlara değil, itikadî ve ahlakî hükümlere belli bir kemâlata erişen insanlara; barışın, huzurun, kardeşliğin olduğu bir cemiyete, bu asayişi bozmaya kalkışanlara yönelik olarak indirilmiştir. Zira cezaların ağırlığı toplumun ilkelliğinin değil, tam tersine gelişmişliğinin bir ifadesidir. Toplumun medeniyet seviyesi ile cezanın ağırlığı doğru orantılıdır. (Geniş bilgi için bkz.: Prof. Dr. Haydar Baş, Dinî ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler)
* * *
Bir de şu var ki Kur'an-ı Kerim'de mucizevî bir ifadeyle beyan edilen bir hakikatin tecellisini görüyoruz bu iddialarda. Zira Cenab-ı Allah Arafe Suresi'nin 146. ayetinde şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimi anlatmaktan (Kur'an'ı kabulden) çevireceğim."
Gerçekten de -demek kibirlenmelerindenmiş- bazı insanların Kur'an'daki çok basit gerçekleri bile kabulden mahrûm kaldıklarını görüyoruz. Bunlardan biri de İslam'ın ceza hukukundaki kısasa kısas kuralı. Bakın Allah bu konuda ne buyuruyor: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz" Bakara: 179.
Çok basit, ama bir o kadar da hikmet dolu bir hakikat. Zira kısas cezası insanları öldürmek için değil, yaşatmak için var, cinayet gibi affı olmayan bir günahı işlemekten sakınsınlar diye var. Ve bu itibarla kısasa kısas hükmü bile Allah'ın kuluna olan muhabbetin bir tecellisi, ama görmek için göz gerek.
Aslına bakarsanız 'Cehennem bile Allah'ın kuluna olan sevgisinin tecellisidir, desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Düşünün ki bir insan bile, birini ne kadar çok severse onun ihaneti karşısındaki kırgınlığı ve kızgınlığı o kadar çok olur. Halbuki Allah en kötü kulunu bile, bir anenin evladına olan sevgisinin yirmi kat fazlasıyla seviyor. Elbetteki onun isyan ve ihaneti karşısındaki hassasiyeti de bu kadar büyük olacaktır. Cehennem'in varlığı ve dehşeti Rabb'in kuluna verdiği kıymetin bir tezahürüdür.
* * *
İslam'a göre ceza aynı zamanda bir lütuftur, zira ceza temizleme vesilesidir. Kul işlediği günahın cezasını dünyadayken çekerse, ikinci kere ahirette çekmekten kurtulur. Çünkü cezadan sonra -eğer niyetinde tevbe etmek varsa- o günahı hiç işlememiş gibi olur. Bunun içindir ki tarih işlediği günahtan pişmanlık duyarak, ilgililere kısas, recm gibi ceza talebinde bulunan insanların örnekleriyle doludur.
İslam akaidini ve Kur'an hükümlerini harfiyyen yaşamak her mü'minin görevidir. Bizim "sabır" diye bildiğimiz güzel ahlâk insana en çok dinini yaşamak için lazımdır. Yani en büyük sabır, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak hususunda gösterilen sabırdır ve ayette buyurulduğu üzere "Allah sabredenlerle beraberdir". Allah'ın sabredenlerle beraber olması demek, Allah'ın gücünün, kuvvetinini, kudretinin, azminin lütfunun, kereminin vs. onlarla beraber olması demektir.
Bu esmaların tecellileriyle Müslümanlar, tarih boyunca canlarına, mallarına, namuslarına, dinlerine, topraklarına göz diken kafirlere kan kusturmuşladır. Ve kafirler tek çare olarak Müslümanları dinlerinden yani Rab'lerinden uzaklaştırmayı amaçlamışlardır. İşte İslam'ın tarihselliğinden bahsetmelerinin sebebi de budur. Bu söylemler yerli değildir, batı kaynaklıdır. İçeriden savunanlar yerli işbirlikçiler, üç beş paralık, satılık adamlardır. Zaten tarihsellikten bahsedenlerin gündem ettikleri ilk ayetler ehl-i kitabın kafir olduğunu ve Cehennem'e gideceğini bildiren ayetlerdir. Aslında bu ayetlerle uğraşmalarının nedeni Cennet'e gitme iştiyakları değildir; çünkü Cennet'e gitmek isteselerdi Müslüman olurlardı. Tek niyetleri hepimiz, mü'miniz, mü'minin malı ortaktır, diyerek topraklarımıza önce ortak, sonra sahip çıkmaktır.