Hz. Ebubekir ile Hz. Ömeri de dost, kardeş ederek, muhaciri de kendi arasında kardeş etmeye başlıyor Allah'ın Resulü.
"Yâ Ali! Ben sana yetmez miyim?"
Hz. Ali Efendimizin durumu çok enteresandır. "Ya Rasulallah Sen herkesi dost yaptın, arkadaş yaptın, bana kimseyi kardeş yapmadın" diyor. Allah (C.C.)'ın Sevgilisi de: "Ya Ali Ben sana yetmez miyim? Ben de senin kardeşinim. Musa'ya nispetle Harun ne ise, sen Bana nispetle osun" buyuruyor. (Aclunî, Keşfu'l hafâ, II, 382, 3177).
Müslim'in, Tirmizi ve Nesaî'nin rivayet ettiği bir başka hadis-i şerif de şöyledir: "Ey Ali! Seni ancak mümin olanlar sever ve sana ancak münafıklar buğzeder."
Bu mühim noktayı mümin kardeşlerimizin çok iyi görmeleri gerekir. Biz zaman zaman Ehl-i Beyt diyoruz. Bunu algılamaları lazım. Bunu algılamadığımız zaman, İslâm, şu anda münakaşa konusu edilen bir anlayış, bir mantalite, bir tez haline gelir ki, din olmaktan adeta uzaklaşır; bir ideoloji mesabesinde algılanır. Zaten bu anlayış da bize Mısır canibinden gelmiştir. 1700'lü yıllarda İngiliz Sömürgecilik Bakanlığı'nın İslâm âlemine bu yönde telkini, tavsiyesi ve yetiştirdiği kadroyla maalesef aktarılmış bir anlayıştır.
Peki Hz. Ali veçhesiyle gelen olay nedir? Velayet yoludur. Allah (C.C.) nübüvvet nurunu sevgilisi Muhammedin'de, velayet nurunu da Muhammed (S.A.V.)'inin kanalıyla Ali'sinde cem etmiş. Bu, Allah (C.C.)'ın seçtiği bir yol. Ezele taalluk eden, kader hesabının bir yolu. Bunu Müslümanların gösmesi lazım. Bu nedenle Allah'ın Sevgilisi, "Sen Musa'ya nisbetle bana Harun gibisin" buyuruyor. Dolayısıyla Ehl-i Beyt'le Muhammed dergahına, Muhammed beytine/hanesine girilir. Oradan da deryayı ehadiyet'e, Cenab-ı Hakk'a vuslat edilir. Bunu yapmadığımız taktirde, İslâm sevdasında olma iddiasında bulunmak bir yana, işleri münakaşadan, münazaradan başka bir zeminde halledeceğimizi de pek zannetmiyorum. İşin özü bu sevdadır, bu sevgidir. Kısaca Allah Sevgilisi ile Ali'sinin arasındaki kardeşliktir, sahabenin dünyasında yaşadığı kardeşliktir.
"Yâ Ali! Ben sana yetmez miyim?"
Hz. Ali Efendimizin durumu çok enteresandır. "Ya Rasulallah Sen herkesi dost yaptın, arkadaş yaptın, bana kimseyi kardeş yapmadın" diyor. Allah (C.C.)'ın Sevgilisi de: "Ya Ali Ben sana yetmez miyim? Ben de senin kardeşinim. Musa'ya nispetle Harun ne ise, sen Bana nispetle osun" buyuruyor. (Aclunî, Keşfu'l hafâ, II, 382, 3177).
Müslim'in, Tirmizi ve Nesaî'nin rivayet ettiği bir başka hadis-i şerif de şöyledir: "Ey Ali! Seni ancak mümin olanlar sever ve sana ancak münafıklar buğzeder."
Bu mühim noktayı mümin kardeşlerimizin çok iyi görmeleri gerekir. Biz zaman zaman Ehl-i Beyt diyoruz. Bunu algılamaları lazım. Bunu algılamadığımız zaman, İslâm, şu anda münakaşa konusu edilen bir anlayış, bir mantalite, bir tez haline gelir ki, din olmaktan adeta uzaklaşır; bir ideoloji mesabesinde algılanır. Zaten bu anlayış da bize Mısır canibinden gelmiştir. 1700'lü yıllarda İngiliz Sömürgecilik Bakanlığı'nın İslâm âlemine bu yönde telkini, tavsiyesi ve yetiştirdiği kadroyla maalesef aktarılmış bir anlayıştır.
Peki Hz. Ali veçhesiyle gelen olay nedir? Velayet yoludur. Allah (C.C.) nübüvvet nurunu sevgilisi Muhammedin'de, velayet nurunu da Muhammed (S.A.V.)'inin kanalıyla Ali'sinde cem etmiş. Bu, Allah (C.C.)'ın seçtiği bir yol. Ezele taalluk eden, kader hesabının bir yolu. Bunu Müslümanların gösmesi lazım. Bu nedenle Allah'ın Sevgilisi, "Sen Musa'ya nisbetle bana Harun gibisin" buyuruyor. Dolayısıyla Ehl-i Beyt'le Muhammed dergahına, Muhammed beytine/hanesine girilir. Oradan da deryayı ehadiyet'e, Cenab-ı Hakk'a vuslat edilir. Bunu yapmadığımız taktirde, İslâm sevdasında olma iddiasında bulunmak bir yana, işleri münakaşadan, münazaradan başka bir zeminde halledeceğimizi de pek zannetmiyorum. İşin özü bu sevdadır, bu sevgidir. Kısaca Allah Sevgilisi ile Ali'sinin arasındaki kardeşliktir, sahabenin dünyasında yaşadığı kardeşliktir.