Öyleyse; İslâm, satırdan satıra sonrakilere ulaştırılmaz. Burada esas usul, gönül ehli insanlarla, İslâm'ın sadırdan sadıra nesillere ulaştırılmasıdır.
İşte, Hz. Resulullah Efendimiz bu endişeyle gecesini gündüzüne katarak etrafındaki arkadaşlarının nefislerini terbiye ve tezkiye edip onları ahlâk-ı hamideye ulaştırmağa çalışmıştır. Ve ancak, sonraki nesillerin İslâm'a kavuşmasının teminatı olan kalabalık bir irşad kadrosunun yetiştiğini görünce kalpleri mutmain olmuş, risalet gayelerinin tahakkukunu görmenin verdiği hazla; "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz", buyurarak gelecek nesillere seslenmişlerdir. "Kur'ân'ı Biz indirdik Biz; onu koruyacak olan da Biziz Biz", emr-i ilahîsiyle titreyen Resulullah Efendimiz, bu hitabın yüklediği vazifeyi harfiyen yerine getirerek kadrosunu yetiştirmiş ve yukarıda verdiğimiz hadis-i şerifleriyle de lisan-ı hâl ile adetâ; "Yâ Rabbi! Ben de korumayı va'dettiğin Kur'ân'ı, gönülden gönüle iletecek, yaşatacak insanları yetiştirerek sana geldim", demişlerdir.
Şunu hemen belirtelim ki, hem böyle bir terbiyeden geçmek nefsine ağır geldiği için, hem de kalpteki hastalıklar insanlar tarafından görülüp kınanamadığı veya kolay örtülebildiği için, nefis terbiyesine gereken ehemmiyeti vermemesi, kişinin, kendisine, toplumuna ve nesline en büyük darbeyi vurmasının ifadesidir. Öyleyse; özlenen kardeşlik ve insanlığa tekrar kavuşabilmenin teminatı olan bu kalbî terbiye ve tekâmüle yönelmek, 'inandım' diyen her insanın hedefi olmalıdır.
'O'nun ahlâkı Kur'ân idi'
Sa'd b. Hişam diyor ki: "Hz. Aişe'nin (ra) yanına girdim ve Resulullah'ın ahlâkını sordum. Dedi ki;
"Kur'ân okuyor musun?"
"Evet okuyorum" dedim.
"İşte O'nun ahlâkı Kur'ân idi" buyurdular."
Demek ki, Hz. Resulullah Efendimizin (sav) ahlâkı, bizzat Kur'ân ahlâkı idi. Bu yönü ile O'na 'Canlı Kur'ân' dememiz doğru olur. Evet O , mücerret olan Kur'ân'ın müşahhas görüntüsü ve örneği idi. O'nu anlayan Kur'ân'ı anlamış, O'nun ahlâkına bürünen Kur'ân ahlâkını yaşamış, O'nun yolundan giden Kur'ân'ın yolundan gitmiş olacaktı.
Resulullah'ın tek hedefi insanları Hakk'a taşımaktı. Bir yanda Allah tarafından indirilen mücerret Kur'ân ifadeleri, diğer yanda ise; insan işçiliği yaparak imanla, ibadetle, çileyle, hizmetle, insanı yoğurup o ifadeleri anlayacak kabiliyete getirme vazifesi omuzlarına yüklenmiş bir peygamber; müşahhas bir örnek. Yılmadan, usanmadan çalışıyor; işkenceler, zulümler görüyor; hakaret ve iftiralara maruz kalıyor. Bütün bunlara rağmen insan işçiliğine devam ediyor. Nihayet; insanlar peşinden gidiyor, hürmet ediyor, hizmet ediyor, 'öl!' dese ölüyor; fakat o peygamber, iç âleminde bir tek şeyin hesabında: "Bu insanları Kur'ân'a, yüce Rabb'ime ne kadar götürebildim?"
İşte, Muhammedî ahlâkın zâhir ve bâtına yansıyan yönleriyle en kâmil tecellisi burada gizlidir. Nefsini tamamen aradan çıkaran Hz. Peygamber, o kadar nimet ve iltifata ulaşmasına rağmen her halükarda tek bir hesap içerisindedir; o da, Allah'ın hesabına uygun hareket edip etmemiş olmaktır. İslâm Ahlâkı'nın neticesi olan 'halk içerisinde Hakk'la beraber olmak' sırrının en kâmil tecellisi de, böylelikle Hz. Resulullah'ta tecelli etmiş olmaktadır.
Güzel ahlâkın en kemâlini temsil eden Resulullah'a bağlanan insanlara, Allah öyle bir sırrı yaşatır ki; yeryüzündeki bütün âyetler ve Kur'ân âyetlerini öğrenen insan, hepsinin ama hepsinin o kutlu Peygamberi kendisine tanıtmak için var olduğunu görür ve Resulullah'ın önünde hürmetle eğilir. Evet Resulullah, insanları, Allah'ı sevmeye ve O'na yöneltmeye çalışır; nefsi aradan çıkarır. Rabb'i de; "Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım" buyruğunun gereğini gösterir ve bütün mahlukatı, nurundan varettiği, ilk nur kıldığı Resulu'ne çevirir. O'nunla nurunu yayar, O'nunla tasarruf eder, O'na yönelmesiyle mesrur olur. Adeta bütün mevcudat o ikisinin söyleşmesi, için vardır.
Çokluk bitmiş, yalnız O ve habîbi kalmıştır. Hatta yalnız Allah vardır.