Asırlardan beri atalarından görüp inandıkları putları bırakıp terk etmeleri, kan ve damarlarına işlemiş birçok âdet ve alışkanlıklardan vazgeçmeleri gerekiyordu.
Peygamberimiz onları sadece Allah'ın varlık ve birliğine davetle kalmıyor, âhiret gibi ebedî bir âlemin geleceğinden, tekrar dirileceklerinden, hesaba çekilip amellerinin mizanda tartılacağından bahsediyor, Cehennem gibi bir zindandan haber veriyordu. Hele bu, müşriklerin hiç hoşuna gitmiyordu.
Kavmi ve en yakın akrabaları Peygamberimizin ve dininin getirdiklerini kabule yanaşmıyor, alay ve hakaret ediyor, hatta vazgeçirmek için önüne cazip teklifler sürüyorlardı.
Öz amcası Ebû Leheb, "Bizi bunun için mi çağırdın?" diyerek, onun kurtuluşa davet mesajıyla alay ediyordu.
Übey bin Halef, eline aldığı çürümüş bir kemiği ufalayıp toz haline getirdikten sonra Resul-i Ekremin yüzüne savurarak, "Ey Muhammed, biz öldükten sonra Allah bize hayât mı verecek?" diye küstahça mukabelede bulunuyordu. Diğerleri de, Onu dâvasından caydırmak için mal, mülk, şeref ve makam gibi tekliflerde bulunuyordu. Ama davetiyle alay edenlere vahiyle cevap verirken, Ebû Talib'e de, "Amca, Kureyş'in elinden gelse, bir elime güneşi, bir elime ayı koysa, ben yine hakikati ilan etmekten asla vazgeçmem" diyerek cesaretle üzerine gidiyordu.
Peygamberimiz tebliğinde ve insanları hakka davetinde o derece metanet, sebat ve cesaret gösteriyordu ki, büyük devletler, büyük dinler, kavim ve kabilesi ve hatta amcası ona şiddetli düşmanlık ettikleri halde, zerre kadar bir tereddüt eseri, bir telaş, bir korkaklık göstermiyor; tek başına bütün dünyaya meydan okuyor; İslâmiyeti anlatmaya devam ediyordu. Bu sebat ve azmin sonunda nihayet İslâmiyeti dünyaya hakim kıldı.
Peygamberimizin tebliğine çalıştığı İslâmiyet, Kureyş'in servet, zenginlik ve övünme kaynakları olan içki, kumar, zina ve tefecilik gibi, ayrılmaları çok güç gelen yolları yasaklıyordu.