Ebu Talib, Suriye'ye bir kervan götürmek üzere yola çıktığında Resûlullah dokuz -bir rivayete göre oniki- yaşındaydı. Şam ile Kudüs arasında Busra denilen bir yerde kervan konakladı. Burası, Bizans arazisi olduğundan yakında bir manastır bulunuyordu. Bu manastırda bulunan rahip Bahira, araştırmacı biriydi. Son peygamberin geleceğinin yakın olduğunu biliyordu. Ebu Talib'e çocuğun kim olduğunu sordu. 'Oğlum' cevabını alınca; 'O senin oğlun olamaz. Bu çocuğun babası ölmüş olmalı', dedi. Ebu Talib, amcası olduğunu söyleyince, çocuğu hemen geri götürmesini tavsiye etti. Ebu Talib de, Mekke'ye dönmekte acele etti.
Çocukluğu ve gençliği bir hikmet yumağıydı
Bir insanın hayatında anne ve babasının yeri tartışılamaz. Bu, her insan için aynıdır. Daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta da annesini kaybeden Hz. Muhammed'in bütün sevgisinin, muhabbetinin odak noktasını Rabb'i teşkil ediyordu. Anne ve babasından sonra çok sevdiği dedesi ve amcasını da kaybeden Hz. Muhammed'i, Allah (cc) âdeta kimseyle paylaşamıyor, Habibi'nin sevgisinin yalnız kendine ait olmasını istiyordu.
Resûlullah (sav), aynı zamanda ümmî idi. Yani okuması yazması yoktu. Zaten Kureyş'in aklına durgunluk veren de; okuması yazması olmayan bir insandan dünyanın en güzel sözlerinin duyulmasıydı. Eğer herhangi bir eğitim görmüş olsaydı, ona karşı olanlar ve inkârcılar bunu delil olarak kullanacak ve âyetleri kendisinin yazdığını iddia edeceklerdi. Ümmilik onu, savunduğu davada bu tür suçlamalara karşı koruyordu.
Diğer bir husus; Resûlullah'a ilk vahyedilen ayet; 'Seni yaratan Rabb'ının adıyla oku', idi. Halbuki o, okuma-yazma bilmemektedir. Demek ki, asıl âlim, asıl aydın, asıl ilim sahibi Allah'ı bilen, O'nun adıyla okuyan, O'nu tanıyan insandır. Böyle bir insan, okuma-yazma bilmese de âlimdir. Tahsil görmemiş olsa da aydındır, ilim sahibidir. Çünkü yaradanını biliyor, tanıyor ve O'nun emrine uyuyor, O'nun adını anıyor. İşte Resûlullah (sav), ümmiliğiyle de bu noktada güzel bir örnek teşkil eder.
Resûlullah'ın (sav), doğumundan itibaren her an, her saniye Allah (cc) tarafından korunduğunu görüyoruz. Ondaki farklılık, ondaki üstün haller ve seçilmişlik, bu ilâhî himayenin sebebidir. O, her haliyle diğer insanlardan farklıydı. ålemlere rahmetti. Onda da nefis vardı. Ama o, her türlü kötülük ve günahtan korunmuştu. Hiç bir putperest ayinine katılmadığı gibi, putlara adanan hiçbir şeye elini sürmezdi. Bir defasında kendine, putlara adanan hayvanların etinden ikram eden Zeyd ibn Amr'a; 'Putlara adananı yemem', buyurmuştur.
Yine, her yıl düzenlenen bir putperest bayramına halaları tarafından zorla götürülmüş, bayram yerinde bazı kişiler gelerek, bu ayinlerin kendisine yasaklandığını ona bildirmişlerdir. Halaları da, onu bir daha böyle yerlere götürmemişlerdir.
Demek ki; Rabb'i, onu her türlü kötülükten ve Kureyş'in kötü alışkanlıklarından korudu. Allah (cc), kutsal bir görev için seçtiği Habibi'ni son nefesine kadar nazar-ı ilâhîsi altında tutmuş, himaye etmiştir. Bu da, Resûlullah'ın üzerindeki görevin kutsallığını, davasının büyüklüğünü görmemiz açısından gözden ırak tutulmamalıdır.
Sahih hadislerden de anlaşılacağı gibi; Hz. Muhammed (sav), soyların en faziletlisinden dünyaya gelmiştir. "Allah, mahlukâtı yarattı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları, Arap ve Arap olmayanlar diye iki fırkaya ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları, kabilelere ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı (Kureyş). Sonra, ailelere ayırdı ve beni en hayırlı aileden kıldı. Şahıs olarak da ailenin en hayırlısı kıldı", hadis-i şerifi, bize bunu anlatmaktadır.