Bir varlık ya da bir mesele hakkında bilgi sahibi olmanın iki yolu vardır.
Sözkonusu olan, kendini ifade edebilme yeteneğine sahip bir insan ise onu dinleme yoluna başvurulur.
Bunun dışında ki durumlarda ise hakkında bilgi edinilmek istenen mesele ya da nesne, ilgili kişiler tarafından tahkik edilir. Jeoloji ve botanik mühendislerinin, tarihçilerin yaptığı iş, bu ikinci gruptandır. Buna bilim adı verilir.
İnsanlara kendileriyle ilgili meselelerde söz hakkı tanımadan, davranışlarını adeta bir labaratuvar ortamında incelemeye almak abesle iştigal etmenin yanı sıra aynı zamanda kişilik haklarına da aykırı davranmak olur. Çünkü hayati önemi haiz bir davada bile bir avukat vekaleti olmadan müvekkili adına konuşamaz.
"Kendini ifade edebilme" kabiliyeti günlük hayatın bazen bir gereksinimi bazen ise bir zorunluluğudur. Bu gerçek yaşantılarındaki ihlas ile birleşince mutasavvıf şairlerin kaleminde sanat haline gelmiştir.
Birçoklarımız saatlerce, günlerce kelki de yıllarca içimizde tutup da dile getiremediğimiz hislerimizi onların mısraları arasından bulup çıkarırız çoğu kez "hah işte bunu demek istiyorum ben" diye.
Akademik kariyere sahip bir öğretim üyesinin tasavvufî edebiyat üzerine yazdığı bir makalesini okudum. Bu makalede mutasavvıflar milattan önceki yüzyıllarda yaşamış, artık soyları tükenmiş bir kavme benzetiliyordu adeta ve cümeleleri "Abanoz tropik ve subtropik bölgelerde yetişen bir bitkidir. Vatanı Japonya, Malezya, Asya, Amerika ve Afrika olup çeşidi pek çoktur" tarzındaydı baştan sona. İlim bir gerçekliliğinin olmamasının yanı sıra ifadelerdeki mantık fukaralığı bile yıllarını bu işe harcadığını yakînen bildiğim muharririn tasavvufu ele alış metodunun yanlışlığını anlamaya yetiyor da artıyor bile. İşte tasavvufa ehil kimselerin dudaklarında acı bir tebessüm uyandıracak hazin ifadelerden birkaçı:
"... Tarikatlar çerçevesinde dinî-tasavvufî bir görüş hakim olmaya başladığında..."
"... Dini mahiyetteki tasavvufi halk şiiri..."
"... Tasavvufî düşüncelerle Anadolu'da serbest görüşlü ilahî bir aşk felsefesi tarzı meydana gelmiştir..."
"... Tek büyük varlığın yalnız tanrı olduğu düşüncesi...
İşin ilmî boyutunu bir tarafa bırakırsak, bu ifadeler Türk Dili ve Edebiyatı dersi müfredatında bulanan ve ÖSYS'de bol bol sorulan "anlatım bozuklukları"na yerinde birer örnek teşkil ediyor.
Peki son derece samimi bir ciddiyetle kaleme alınmış bir yazının böyle baştan ayağa yanlışlar dolu olmasının sebebi ne? Kaldı ki yazarı hayatını bu işe adamış bir insan.
İşte bu noktada dikkatimizi yazımızın en başına çevirmemiz gerekiyor. Şöyle ki, tasavvuf hakkında bilgi edinmenin en kolay; en sağlıklı ve en mantıklı yolu onu mutasavvıflara sormaktır. Tasavvuf bizim mazide kalmış bir kültür zenginliğimiz değil, yitirmeye yüz tuttuğumuz benliğimizdir.
Özgül AYDIN
Sözkonusu olan, kendini ifade edebilme yeteneğine sahip bir insan ise onu dinleme yoluna başvurulur.
Bunun dışında ki durumlarda ise hakkında bilgi edinilmek istenen mesele ya da nesne, ilgili kişiler tarafından tahkik edilir. Jeoloji ve botanik mühendislerinin, tarihçilerin yaptığı iş, bu ikinci gruptandır. Buna bilim adı verilir.
İnsanlara kendileriyle ilgili meselelerde söz hakkı tanımadan, davranışlarını adeta bir labaratuvar ortamında incelemeye almak abesle iştigal etmenin yanı sıra aynı zamanda kişilik haklarına da aykırı davranmak olur. Çünkü hayati önemi haiz bir davada bile bir avukat vekaleti olmadan müvekkili adına konuşamaz.
"Kendini ifade edebilme" kabiliyeti günlük hayatın bazen bir gereksinimi bazen ise bir zorunluluğudur. Bu gerçek yaşantılarındaki ihlas ile birleşince mutasavvıf şairlerin kaleminde sanat haline gelmiştir.
Birçoklarımız saatlerce, günlerce kelki de yıllarca içimizde tutup da dile getiremediğimiz hislerimizi onların mısraları arasından bulup çıkarırız çoğu kez "hah işte bunu demek istiyorum ben" diye.
Akademik kariyere sahip bir öğretim üyesinin tasavvufî edebiyat üzerine yazdığı bir makalesini okudum. Bu makalede mutasavvıflar milattan önceki yüzyıllarda yaşamış, artık soyları tükenmiş bir kavme benzetiliyordu adeta ve cümeleleri "Abanoz tropik ve subtropik bölgelerde yetişen bir bitkidir. Vatanı Japonya, Malezya, Asya, Amerika ve Afrika olup çeşidi pek çoktur" tarzındaydı baştan sona. İlim bir gerçekliliğinin olmamasının yanı sıra ifadelerdeki mantık fukaralığı bile yıllarını bu işe harcadığını yakînen bildiğim muharririn tasavvufu ele alış metodunun yanlışlığını anlamaya yetiyor da artıyor bile. İşte tasavvufa ehil kimselerin dudaklarında acı bir tebessüm uyandıracak hazin ifadelerden birkaçı:
"... Tarikatlar çerçevesinde dinî-tasavvufî bir görüş hakim olmaya başladığında..."
"... Dini mahiyetteki tasavvufi halk şiiri..."
"... Tasavvufî düşüncelerle Anadolu'da serbest görüşlü ilahî bir aşk felsefesi tarzı meydana gelmiştir..."
"... Tek büyük varlığın yalnız tanrı olduğu düşüncesi...
İşin ilmî boyutunu bir tarafa bırakırsak, bu ifadeler Türk Dili ve Edebiyatı dersi müfredatında bulanan ve ÖSYS'de bol bol sorulan "anlatım bozuklukları"na yerinde birer örnek teşkil ediyor.
Peki son derece samimi bir ciddiyetle kaleme alınmış bir yazının böyle baştan ayağa yanlışlar dolu olmasının sebebi ne? Kaldı ki yazarı hayatını bu işe adamış bir insan.
İşte bu noktada dikkatimizi yazımızın en başına çevirmemiz gerekiyor. Şöyle ki, tasavvuf hakkında bilgi edinmenin en kolay; en sağlıklı ve en mantıklı yolu onu mutasavvıflara sormaktır. Tasavvuf bizim mazide kalmış bir kültür zenginliğimiz değil, yitirmeye yüz tuttuğumuz benliğimizdir.
Özgül AYDIN