İngiliz Sömürgeler Bakanlığı'nın şahsında Haçlı dünyasının, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkmak, Müslüman halkını Hıristiyanlaştırmak ve böylelikle topraklarını ellerinden almak için izlediği yollardan biri de tasavvuf kurumunu tahrif etmek olmuştur.
Bu ve bundan sonraki bir kaç yazımızda tasavvufun hakikatte ne olduğundan, neyi amaçladığından bahsedeceğiz.
Tasavvufun İslam'daki yeri nedir, sorusuna verilebilecek en güzel cevap Cibril Hadisi olsa gerektir. Meseleyi sağlam bir zemine oturtmak üzere bu hadisi zikretmekle başlayalım:
Birgün ashabı ile otururken Resûlullah'ın yanına bir ihtiyar gelmiş dizinin dibine oturarak sırayla "İman nedir ya Resûlallah?" "İslam nedir ya Resûlallah?" "İhsan nedir ya Resûlallah?" diye sormuş, aldığı cevapları da "Doğru söyledin ya Resûlallah!" diyerek onaylamıştır. İhtiyar gittikten sonra Resûlullah ashabına dönüp "Bu gelen Cebrail idi, size dininizi öğretti" buyurmuşlardır.
Meseleyi anlamamıza yetecek kadar kısaltarak aldığımız bu Cibril Hadisinde de buyurulduğu üzere din demek; iman, İslam ve ihsan demektir. Dinde bu üçünü de ifade eden bir ilim vardır. Akaid ilmi imanı, fıkıh ilmi İslam'ı ifade eder. Allah'a O'nu görür gibi ibadet etmeyi, yani ihlas sırrını taşıyan ihsanı ise tasavvuf ilmi temsil etmektedir. Farsça üç ayak manasına gelen sehpâ nasıl üç ayağından biri olmadan ayakta duramıyorsa din müessesesinin de tasavvuf, fıkıh veya akaidden biri olmadan varolması mümkün değildir. Bu üç esası önem sırasına göre sıralamak gerekirse önce akaid sonra tasavvuf ve ondan sonra da fıkıh ilmi gelir.
Tasavvufun gayesi insanı Allah'a kulluk yolunda engel teşkil eden ahlâk-ı zemimeden kurtarıp, Allah'a yaklaşmasına vesile olan ahlâk-ı hamide ile bezemektir. Resûlullah'ın "güzel ahlâkı tamamlamak üzere" gönderildiğini düşünmek tasavvufun insan hayatındaki ehemmiyetini anlamak için yeterli olsa gerektir.
"Kıyamet günü Mizan'a konan iyiliklerin en ağırı güzel ahlâktır" buyuran Peygamber Efendimiz dualarında Rabb'inden hep güzel ahlâk istemiştir:
"Allah'ım hilkatimi güzel yarattığın gibi ahlâkımı da güzelleştir"
"Allah'ım Sen'den sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk isterim".
Mahiyetine bir başka konu çerçevesinde değineceğimiz üzere, esasen güzel ahlâk kazanılması ve muhafazası hayli zor bir meziyettir. Çünkü ahlâk kalpte olup biten birşeydir. İnsanın bedenine hakim olması kolay, fakat kalbine hakim olması zordur. Bu cümleden olarak Cennet'le müjdelenen, Cehennem'le korkutulan insan nefsine ağır gelse de namazını kılabilir, zekatını verebilir; ancak sözgelimi iyi amellerini yiyip bitireceği hasedini istediği anda kalbinden söküp atmaya muktedir değildir ki işte tasavvuf gücünü asıl burada gösterir. Zira güzel ahlâk esasen bir meyvedir. Tasavvufla gerçekleştirilen nefis terbiyesinin bir meyvesidir. Teslimiyet, hizmet, zikir nefis terbiyesinin temel taşlarıdır; bunlardan bahsedeceğiz.
Burada yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir ki tasavvuf bir felsefe değildir. Özellikle "ahir zamanı" yaşadığımız günümüz şartlarında tasavvuf kişinin ahlâk-ı hamideyi kazanmak bir yana imanını muhafaza edebilmesi için bir zaruret iken, "beni bir tek sen anladın, sen de yalnış anladın" misali tasavvuftan bahseden tek tük adamlar onu bir felsefe gibi takdim ediyorlar. Herşeyden önce felsefe insan düşüncesinin, hiçbir ilmi dayanağı olmayan dağınık ve çapraşık duyguların mahsulü, ifrat ve tefritten korunamamış bir başıbozukluğun ifadesi; tasavvuf ise Allah'a giden yolun adıdır. Bunun içindir ki tarih boyunca filozoflar hep kendi çöplüklerinde ötmüş, Hak dostlarının karşısına çıkmaya cesaret edememişlerdir. Bu hakikatı Mevlana şu veciz sözlerle anlatır:
"Filozofun bahse girişmeye gücü yoktur; ağzını açar da bir şey söylerse Allah'ın dini onu paramparça eder."
(Mevlana'yı iyi niyetten uzak, daha çok sinsi bir istismarla, "tasavvuf felsefesinin önde gelen isimlerinden biri olarak" ve "Gel! Ne olursan ol yine gel..." diye başlayan çağrısıyla gündem edenleri, onun bu sözlerinden ne anladıklarını açıklamaya davet ediyorum).
Ve aynı gerçek Kur'an-ı Kerim'de üstün bir edebi söyleyişle şu şekilde ifade edilmektedir:
"Hayır! Biz hakkı batılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar. Derhal batılın canı çıkar" (Enbiya: 18).