"Şayet onlar sırtlarını dönüp, bundan kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki, bizler (Allah'a) itaat edip teslim olan Müslümanlarız".
Mektubun sonunda, bu daveti kabul eden kitap sahiplerine hitaben; İslâm'a girmeyen ve kendilerine karşı çıkan kimselere karşı takınmaları gereken tavır belirleniyor ve bu daveti reddedenlere, Müslüman olmaktan kaçınanlara, iman ettiklerini ve Müslüman olduklarını açıkça söylemeleri emrediliyor. Bu emirde kâfirlerle, Müslümanların arasının kesin çizgilerle ayrılması ve mü'minlerin imanlarını ortaya koyması gerektiği mânâsı vardır.
Resûlullah'ın her beldeye, o bölgenin dilini en iyi konuşabilen, o yöre halkını iyi tanıyan, âdetlerini bilen sahabileri seçip gönderdiğini görüyoruz. Burada, Müslümanın lisan öğrenmesinin, bilgi ve kültürünü arttırmasının faydaları açıktır. Lisan, insanlar arasında bir anlaşma yolu, bir iletişim aracıdır. İslâm'ı tebliğ etmede en etkili bir vasıtadır. Tebliğcide olması gereken ilk ve en önemli vasıflardan biri, dilini gayet iyi bilmesi ve iyi konuşmacı olmasıdır. Yalnız bununla kalmayıp, başka milletlerin lisanını da iyi sayılabilecek bir derecede öğrenmek ve bu sayede Allah'ın dinini, değişik ırklardan ve milletlerden insanlara anlatmak suretiyle tebliğinin sınırlarını genişletmek de, tebliğ yapan kimsenin özellikleri arasında olmalıdır. Çünkü başta da anlatıldığı gibi dil, dini anlatmak için bir araçtır. Başka bir deyişle dil, din içindir. Bu hakikati iyi kavramak ve bu etkili aracı, İslâm'ın yayılması ve değişik insanlara ulaşması yolunda kullanmak, Müslümanların vazifesi olmalıdır.
Tebliğcide bulunması gereken ikinci önemli bir özellik ise; dilini iyi bilmekle kalmayıp, dinini de çok iyi bilmesidir. Bunun için de; dinini her yönüyle yaşaması ve Resûlullah'ın buyurduğu gibi; "Allah'a teslim olmuş Müslümanlar"dan olması zaruridir. İslâm'ı serbestçe yaşayabilmek için, küçük bir Müslüman grupla Habeşistan'a göç eden Hz. Cafer'in, Necaşi'nin huzurunda yaptığı konuşma bu konuya güzel bir örnek teşkil eder. Dilini ve dinini gayet iyi bilen hem, güçlü bir hatip, hem de İslâm'ı yaşamayı ve yaşatmayı kendine gaye edinmiş, imanı kemâle ermiş bir Müslüman olan Hz. Cafer, Habeş Necaşisi'nin huzurunda şöyle bir konuşma yapmıştı: "Ey hükümdar! Biz cahiliyet üzere olan bir kavimdik. Putlara tapar, leş yer, fuhuş işlerdik. Akrabalara küser, komşuluk hakkına riayet etmezdik. Zayıf, kuvvetlinin esiriydi. Biz bu hâl üzere iken, Allah, içimizden bir Peygamber gönderdi. Nesebi ve asaleti, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce malumdur. O, bizi bir (olan) Allah'a davet ediyor. Atalarımızın tapınageldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terketmemizi söylüyor.
Bize, doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten, dil tecavüzünden nehyediyor. Allah'a ibadet edip, O'na hiç bir surette şirk koşmamayı emrediyor. Namaza, sadaka ve ihsana, oruca davet ediyor; biz de ona inanıp getirdiği dine tâbi olduk. Allah tarafından getirdiklerini tasdik ettik. O'nun emrettiği vechile ibadet ettik. O'nun haram dediğini haram bildik, helâl dediğini helâl tanıdık. Bundan dolayı; kavmimiz bize düşman kesildi. Bize türlü türlü işkenceler yapmaya kalkıştılar. Bizi dinimizden çevirip yine putlara ibadete zorladılar. Bize zulüm ettiler. Bizimle dinimiz arasına giriyor, Allah ile kulu ayırmak istiyorlar. Biz de, onlardan kaçarak sizin ülkenize iltica ettik. Size sığındık. Sizi, başkalarından daha iyi gördüğümüz için burayı tercih ettik. Sizin komşuluğunuzu, başa devlet bildik. Sizi emin bulduk".
Bu konuşmasıyla Cafer b. Ebî Tâlib; dine neden gerek olduğunu, İslâm'dan önceki cahiliye hayatları ile, İslâm'a girdikten sonra kazandıkları izzet ve şeref arasındaki farkı, çok güzel bir şekilde ortaya koymuş, dinleyenlerin kafasında hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde İslâm'ın üstünlüğünü ve güzelliğini ifade etmiştir. Bu sözlerden çok etkilenen Necaşi'ye, Meryem sûresinden bazı âyetler de okumuş ve okunan âyetler karşısında kralın gözlerinden akan yaşlar, sakalını ıslatmıştı.
Hz. Cafer'in, Habeş Kralını ve etrafındakileri böylesine etkilemesinin sebebi; İslâm'ı çok iyi bilmesi, büyük bir inançla müdafaa etmesi, ve bizzat kendi nefsinde yaşamasıydı.
Demek ki, Müslüman; her zaman ve her yerde, her şart altında İslâm'ı anlatmayı ve müdafaa etmeyi kendine vazife edinmelidir. Bu vazifeyi en iyi şekilde yerine getirmek için de, dilini iyi bilmesi, iyi bir konuşmacı olması, aynı zamanda dinini her yönüyle bilmesi, kendi nefsinde bizatihi yaşaması ve kendine dâvâ edinmiş olması şarttır.