Bir Ramazan bayramını daha geçirmiş bulunuyoruz. Bu mübarek günlerin sevabına ve başta Allah rızasına ermek için darılanlar barıştı, birbirlerine yıl boyunca gidip gelme fırsatı bulamayanlar, gidip geldiler. Bu vesileyle akraba, eş, dost, komşu ve tanıdıklar bir kaynaşma durumuna girdiler.
Kırgın gönüllerin bazıları, haklı dahi olsalar, bu kırgınlığı uzatmamak için sabırla, kusurları görmemezlikten geldiler. Büyüklerine gidip, gönüllerini alarak bir mü'mine yakışanı yaptılar. Çünkü "Onlar büyük günah ve hayasızlıktan kaçınırlar, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar" (Şûra: 37) hitabına muhatap olmayı dilediler. Sonra akraba bağlarını kesmek gibi büyük bir günahı işlemekten ve hayasızlık yapmaktan korktukları için öfkelerini yenebildiler.
Kolay şey değildi onların yaptıkları. Beyinlerinin taa içlerine sokulan, içten içe onları kemiren allak bullak düşüncelerle o kapıya vardılar. Belki de dilleri pelteleşerek, hafif bir mide bulantısıyla, bu soğuk bayram gününde sırtlarından terler dökerek zile bastılar. Ne mutlu Allah'ın kullarına ki, Yüce Allah'ın "Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir" (Şûra: 43) buyurduğu hareketi yapabilenlerden oldular.
İçleri bir yangın yeriydi bu insanların, fakat onlarda bir oluşum, bir olgunlaşma bir terakki vardı. Artık onları Allah'ın sevgisi, ilgisi, merhameti, dileği ve emri bir başka türlü ilgilendiriyordu! Kızaran bir elma, bir nar gibiydi artık onlar...
Diğer taraftan, barışmak herşeyi unutup sevgiyle el öpüp, kucaklaşmak için gelenlere güzel davranışlar sergileyip, onları affetmek; ruhumuza ağırlık veren bir yükten kurtulmak değil miydi? Affetmemenin dayanılmaz ağırlığını, öğrencilerine bir örnekle ispat eden, bir lise öğretmeninin hikâyesine kısaca değinmek istiyorum.
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin." Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarın ki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!"
Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üstünde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adın o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler, torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuşutr. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde... hep yanınızda olacaklar.
Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk..." Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
"Görüyorsunuz ki affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzdaki ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir" der (İlham Öyküleri: sy. 95).
Evet affetmek, sinirlerimizi laçka eden, uykularımızı kaçırıp karabasanlarla dolduran ve bizde artık alışkanlık halini alan sorulardan ve sorunlardan kurtulmak değil midir?
Affetmek ya da affedilmeyi dilemek gibi ruhumuza yapabileceğimiz bu iyilikleri kendimize çok görmeyelim, bu erdemi esirgemeyelim kendimizden.
Bu bayram bu güzel işi beceremediysek gelecek bayramı da beklemeyelim. Bir nebze yağmur damlamış yüreğimize kuruma fırsatı tanımadan bu işi yapalım.
Zira, zaman durmuyor ve insanlar diğer aleme sel gibi akıp gidiyorlar!..