Prof. Dr. Haydar Baş'ın kaleminden RAHMETEN-LİL ALEMİN
Allah Resulünün; "Ey amca; şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım!", sözleriyle mukabele etmesi üzerine Allah (cc), Resulünün şahsında mü'minlere şu ölçüyü inzal etti: "Hakikat sen, her sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah'tır ki, kimi dilerse ona hidayet verir ve O hidayete erecekleri daha iyi bilendir". Ebu Talib vefat ettiğinde; "Allah ona rahmet ihsan etsin; mağfiret etsin", duası üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti indirmiştir: "Ne peygamberin ne de iman edenlerin, akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra müşrikler için istiğfar etmeleri doğru değildir".
Ebu Talib'in vefatından üç gün gibi kısa bir süre sonra da, hanımı Hz. Hatice'yi kaybetti. Teslimiyeti, itaati, muhabbet ve merhametiyle Allah Resulünün kalbinde taht kuran Hz. Hatice'yi kaybetmek, Allah Resulünü derin bir teessüre boğdu. Ona karşı müstesna bir sevgisi vardı. En büyük destek ve tesellicisi idi. Vefatından sonra dahi onu hiçbir zaman unutmadı ve rahmetle andı. Öyle ki, Hz. Aişe, hayatta olmadığı halde en çok Hz. Hatice'yi kıskandığını itiraf etmiştir. Allah Resulü'nün şu sözü onun indallahta ve müminlerin gönlünde ne kadar ulvî bir yeri olduğuna delalet eder: "Kendi zamanındaki kadınların hayırlısı İmran'ın kızı Meryem idi. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice'dir".
Doğmadan önce babasını, altı yaşındayken de annesini kaybederek öksüz ve yetim kalan Allah Resulü, amcasını ve hanımını kaybetmekle belki de ikinci kez öksüz ve yetim kalmıştı. Yüklendiği bu çile ve hüzün dolu hadiselerden ötürü bu yıla 'Hüzün yılı' denmiştir.
Hz. Peygamberin böylesine çileli bir dönemde, bir de en yakınlarını kaybederek imtihan edilmesi şu evrensel kaideyi ya da sünnetullahı isbat etmesi açısından da çok mühimdir: Her devirde bela ve musibetlerin en büyüklerini, Allah'a en yakın olan kullar yüklenmiştir. Başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere bütün peygamberler ve onların yolunda giden salih insanların hayatlarını incelediğimizde hayatlarının her safhasının büyük imtihan ve çilelerle bezendiğini görürüz. O insanlar, bir yandan üzerlerine aldıkları diğer insanların irşad edilmesi sorumluluğu sebebiyle manevî yönden çileye mübtela kılınırken, diğer yandan da; sanki insanların bozukluk ve isyanının bir karşılığı olarak bela, hastalık ve musibet yönünden de yüklerin en büyüğünü sırtlanmakla mükellef tutulmuşlardır. Tabiri caizse; onların vücut ülkeleri, insanların hareketlerine göre çalışan saate benzer; toplum bozulursa onların sıhhati de bozulur; toplum düzelirse onların sıhhatleri de iyi olur. Bu noktada şunu da hemen belirtmeliyiz: Hakk'a dost olmuş bu insanlarla beraber olanların çile anlarında, mânâ büyüklerinin çilesinin daha büyük olduğunu düşünerek şükretmesi ve sabır göstermesi gereklidir. Kulluk vazifelerini ifada, kendi benliğini aradan çıkararak bütün hatalarının ceremesine Hak dostlarının ortak edileceği endişesiyle gayret etmesi, bataktaki insanlara da aynı nazarla bakıp onların bu hallerinin Hak dostlarını üzeceği ve sorumluluğunu artıracağını düşünerek rahmet elini uzatması esastır.
Ve Taif
İşkence ve zulmün arttığı bir dönemde Taif'e yapmış olduğu çileli ve ibretli yolculuk, Allah Resulünü hayli üzmüştü. Müşrikler, Ebu Tâlib ve Hz. Hatice'nin vefatlarını fırsat bilerek, zulümlerine zulüm katmaya başladılar. Öyle ki; işkencelerden dolayı Efendimiz, tebliğ vazifesini yapamaz hale gelmişti. Bu sebeple, Taif'e giderek oradaki Sakif kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm'ı kabul etmelerini istemeye karar verdi. Hz. Peygamber, Hz. Zeyd b. Hârise'yi de yanına alarak Taif'e vardı. Kaldığı on gün zarfında, Sakif kabilesinin ileri gelenleriyle görüşmeler yaptı. Onları İslâm'a davet etti. Kavmine karşı, kendisiyle bir olarak mücadele etmelerini talep etti. Ne var ki, müsbet netice alamadığı gibi birçok hakaret ve ithamlara da maruz kaldı.
Allah Resulünün; "Ey amca; şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım!", sözleriyle mukabele etmesi üzerine Allah (cc), Resulünün şahsında mü'minlere şu ölçüyü inzal etti: "Hakikat sen, her sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah'tır ki, kimi dilerse ona hidayet verir ve O hidayete erecekleri daha iyi bilendir". Ebu Talib vefat ettiğinde; "Allah ona rahmet ihsan etsin; mağfiret etsin", duası üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti indirmiştir: "Ne peygamberin ne de iman edenlerin, akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra müşrikler için istiğfar etmeleri doğru değildir".
Ebu Talib'in vefatından üç gün gibi kısa bir süre sonra da, hanımı Hz. Hatice'yi kaybetti. Teslimiyeti, itaati, muhabbet ve merhametiyle Allah Resulünün kalbinde taht kuran Hz. Hatice'yi kaybetmek, Allah Resulünü derin bir teessüre boğdu. Ona karşı müstesna bir sevgisi vardı. En büyük destek ve tesellicisi idi. Vefatından sonra dahi onu hiçbir zaman unutmadı ve rahmetle andı. Öyle ki, Hz. Aişe, hayatta olmadığı halde en çok Hz. Hatice'yi kıskandığını itiraf etmiştir. Allah Resulü'nün şu sözü onun indallahta ve müminlerin gönlünde ne kadar ulvî bir yeri olduğuna delalet eder: "Kendi zamanındaki kadınların hayırlısı İmran'ın kızı Meryem idi. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice'dir".
Doğmadan önce babasını, altı yaşındayken de annesini kaybederek öksüz ve yetim kalan Allah Resulü, amcasını ve hanımını kaybetmekle belki de ikinci kez öksüz ve yetim kalmıştı. Yüklendiği bu çile ve hüzün dolu hadiselerden ötürü bu yıla 'Hüzün yılı' denmiştir.
Hz. Peygamberin böylesine çileli bir dönemde, bir de en yakınlarını kaybederek imtihan edilmesi şu evrensel kaideyi ya da sünnetullahı isbat etmesi açısından da çok mühimdir: Her devirde bela ve musibetlerin en büyüklerini, Allah'a en yakın olan kullar yüklenmiştir. Başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere bütün peygamberler ve onların yolunda giden salih insanların hayatlarını incelediğimizde hayatlarının her safhasının büyük imtihan ve çilelerle bezendiğini görürüz. O insanlar, bir yandan üzerlerine aldıkları diğer insanların irşad edilmesi sorumluluğu sebebiyle manevî yönden çileye mübtela kılınırken, diğer yandan da; sanki insanların bozukluk ve isyanının bir karşılığı olarak bela, hastalık ve musibet yönünden de yüklerin en büyüğünü sırtlanmakla mükellef tutulmuşlardır. Tabiri caizse; onların vücut ülkeleri, insanların hareketlerine göre çalışan saate benzer; toplum bozulursa onların sıhhati de bozulur; toplum düzelirse onların sıhhatleri de iyi olur. Bu noktada şunu da hemen belirtmeliyiz: Hakk'a dost olmuş bu insanlarla beraber olanların çile anlarında, mânâ büyüklerinin çilesinin daha büyük olduğunu düşünerek şükretmesi ve sabır göstermesi gereklidir. Kulluk vazifelerini ifada, kendi benliğini aradan çıkararak bütün hatalarının ceremesine Hak dostlarının ortak edileceği endişesiyle gayret etmesi, bataktaki insanlara da aynı nazarla bakıp onların bu hallerinin Hak dostlarını üzeceği ve sorumluluğunu artıracağını düşünerek rahmet elini uzatması esastır.
Ve Taif
İşkence ve zulmün arttığı bir dönemde Taif'e yapmış olduğu çileli ve ibretli yolculuk, Allah Resulünü hayli üzmüştü. Müşrikler, Ebu Tâlib ve Hz. Hatice'nin vefatlarını fırsat bilerek, zulümlerine zulüm katmaya başladılar. Öyle ki; işkencelerden dolayı Efendimiz, tebliğ vazifesini yapamaz hale gelmişti. Bu sebeple, Taif'e giderek oradaki Sakif kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm'ı kabul etmelerini istemeye karar verdi. Hz. Peygamber, Hz. Zeyd b. Hârise'yi de yanına alarak Taif'e vardı. Kaldığı on gün zarfında, Sakif kabilesinin ileri gelenleriyle görüşmeler yaptı. Onları İslâm'a davet etti. Kavmine karşı, kendisiyle bir olarak mücadele etmelerini talep etti. Ne var ki, müsbet netice alamadığı gibi birçok hakaret ve ithamlara da maruz kaldı.