Önceki bölümlerde temel niteliklerini açıkladığımız felsefe sisteminin etkisinde kalan Mutezile eşrafı zihinsel melekelerle Allah'ın bulunabileceğine hayır ve şerri kavrama yeteneğinin akılda bulunduğuna inanmışlardır. İmam-ı Gazali bu noktada Hakikati bilmenin akılla değil nassla vacip olduğunu yani Allah'ın kendisini tanımayı yine bizzat kendisinin gerekli kıldığını söylemiştir.(Doç. Dr. Necip Taylan-Gazali'nin Düşünce Sisteminin Temelleri-M.Ü.İ.F.V. Yay., s. 153)
Çünkü Prof. Dr. Haydar Baş' ın veciz ifadesiyle akılla ancak Allah'ın ne olmadığı bilinebilir. Ne olduğunu bilmek ise gönlün işidir. Ayrıca akıl; inanç düzleminde hüküm koymak için değil konulan ilahi hükümlerin hikmetini anlamak için vardır.
Goldziher, Heinrich, Horten gibi oryantalistlerin "İslam'ın Hür Düşüncelileri" dedikleri Mutezile fraksiyonu Abbasi halifesi Mehdi zamanında itibar gördü. Me'mun'la beraber ise devletin resmi mezhebi haline geldi.
Konu edilen fırkanın bizzat Sultanı kendi saflarına katarak devletin en üst kademelerine yerleşmesinde Bağdat Mutezile düşünürlerinin katkısı olmuştur. Halifenin vezirlik teklif ettiği Sümame bin Eşras, Küfe'de Yahudi bir ayakkabı boyacısının oğlu olarak dünyaya gelip Me'mun döneminin en itibarlı kişilerinden olan Bişr el-Merisi, bir taraftan Mecusi ve Senevilerle fikri mücadeleye giren diğer yandan ruhun baki olmadığını söyleyen ilk kişi olan Ebul Huzeyl "Mihne"nin yönetiminden sorumlu olan ve baş kadılık yapan Ahmed bin Ebi Duad dönemin başlıca bilginleridir. (Nahide Bozkurt-age, s. 87-97)
Me'mun'un kurduğu Mutezili İdare başlıca iki sonuç doğurmuştur. İlki; önceki halifeler zamanında Yunan felsefesi çevirileri istisnai bir durum iken Me'mun döneminde bu çeviriler özellikle tercih edilmiştir. Tercüme faaliyetlerinin oluşması için gereken zemin bu fırkayla sağlanırken, diğer yandan tercüme çalışmaları Mutezilenin kullandığı cedel yöntemi için malzeme temin etmiştir. Kısacası karşılıklı etkileşim söz konusudur.
Önceki halifeler döneminde pek görülmeyen felsefe kitaplarının Me'mun tarafından sistematik bir çeviriye tabi tutulması aslında onun Mutezili kimliğiyle alakalıdır. Kendisinin bu mezhebi benimsemesi ve saraydaki tartışmalarda Yunan düşüncesinin dikkatini çekmesi sonucunda kendi inanç ve tutumunu haklı çıkarmak için Beyt'ül-Hikme'de felsefi eserleri tercüme ettirmeye yönelmiştir.
Bu kurumda Hıristiyan, Yahudi, Süryani, Mecusi vs. değişik inanç, milliyet, kültür ve coğrafyadan gelen insanlar tam bir hürriyet ortamı içinde konuşuyor, tartışıyor, kendi görüşleriyle ilgili kitaplar yazıyorlardı. Görüşleri Arapların aleyhine ve İslam'a aykırı bile olsa hürriyetleri kısıtlanmıyordu. O dönemde yaşayan bir Hıristiyan'ın itirafları aynen şöyledir:
"Hiçbir konuyu incelememiz yasak değildi. Gizlenen, saklanan hiçbir şey yoktu. Barbarlara ait olsun, Greklere ait olsun, her doktrinle dünyevi olsun, uhrevi olsun, ilahi olsun, beşeri olsun her şeyle uğraşmamıza izin veriliyordu. Tam bir güvenlik içinde çalışmalar yürütülüyordu." (M. Demirci-age., s. 138)
Devamında İncil ve Tevrat metinlerini Arapça'ya çevirmeye kadar varan bu faaliyetler Mutezilenin oluşturduğu sosyal ortamda imkan buluyordu. Me'mun'un kurduğu ve Mutezili idarenin oluşturduğu ikinci sonuç ise tarih kitaplarına "Mihne" diye geçecek olan Kur'an'ın mahluk olduğu iddiasıyla ehl-i sünnet ulemasının zulme maruz kalmasıdır.
Sultan Me'mun'un hilafetinin 14. yılında mutezililiği resmi mezhep edinmesi, beraberinde Halk'ul Kur'an meselesini doğurmuştur. Bağlı olduğu fırkanın fikriyatının sonucu olan Kur'an'ın mahluk olduğu iddiası Abbasi devletinin her yerinde benimsenmesi gereken bir doktrin olarak ilan edilmiştir.
İlginçtir ki; Mutezilerden önce aynı düşünceyi İbn Kuteybe'ye göre ilk olarak, Yahudi kökenli Abdullah bin Sebe' nin taraftarlarından Mugire bin Said dile getirmiştir. Ünlü tarihçi İbn'ül-Esir'e göre ise bu fikri Tevrat'ın mahluk olduğunu söyleyen Lebid bin Asam'dan aldığı ilhamla kız kardeşinin oğlu Talut en önce savunmuştur. (Nahide Bozkurt-age, s. 104)
Ardından ilk defa hicri 2. asrın sonlarında Emevi halifesi 2. Mervan'ın hocası tarafından ortaya atılmış ve görüşlerinden dolayı Sultan Hişam'ın emriyle öldürülmüştür. Sonraki dönemlerde Harun Reşid zamanına kadar bir daha dile getirilememiştir. Abbasi halifesi Harun Reşid döneminde ise Bişr el- Merisi Kur'an'ın mahluk olduğu iddiasını açıkça söylemeye başlamıştır. Sultan tarafından ölümle tehdit edilen Bişr, Me'mun döneminde sarayda hüsnü kabul görmüştür. (age, s. 105)
Sarayında çeşitli görüş ve inançlar hakkında tartışma meclisleri düzenleyen halife Me'mun bu faaliyetlerde aklın ilimlere büyük önem verdiklerinden dolayı sürekli Mutezilileri taltif etmiştir. Zamanla bu fırkanın hocaları da Sultan nezdindeki konumlarını fark etmişlerdir. Özelikle en yakın adamların Mutezileden seçilmesi ve fikri beraberlik oluşturulması sayesinde onlar Me'mun'a Halk'ul-Kur'an doktrinini kabul ettirmişlerdir. Hicri 121 yılında halife bu görüşü ilan ederek tartışma meclislerinde dile getirmiş ama insanlara zorla kabul ettirmeye çalışmamıştır.
Ancak öldüğü yıl olan Hicri 218 senesinde Mutezilenin teşvikleri sonucunda kuvvet kullanmaya başlanmıştır. (M. Ebu Zehra, s. 160) Rakka'da bulunduğu sırada Bağdat' taki vekiline yazdığı mektupta alimlerin Halk'ul-Kur'an konusunda imtihana tabi tutulmasını istemiştir. Ulemanın çoğu zorla olumlu cevap vermiş, bir kısmı ise susmuştur. Menfi cevap veren sayısız insan hapsedilmiş, işkence görmüş hatta öldürülmüştür.
Ehl-i sünnetin altı büyük imamından birisi olan Ahmed bin Hanbel de bu fitneden nasibini almış ve "Kur'an mahluk değildir Allah'ın zatıyla kaimdir" yani ezelidir dediği için zulme maruz kalmış ve 28 ay hapis yatmıştır. (Şamil İslam Ans.-c. 2, s. 316)
Me'mun döneminde yürürlükte olan zulüm, baskı, hapis; halife Mutasım ve Vasık dönemlerinde de Mutezile eşliğinde devam edecektir.
Fıkıh ve hadis alimlerinin bütün bu sıkıntılara sabretmesi sonucunda halkın onlara duyduğu sevgi ve sadakat artmış, Mutezile ve beraberinde olan yeni yetişme felsefecilerden ise nefret etmişlerdir. Özellikle bu fırkanın bazı hocalarının işkenceleri savunur tarzda risaleler kaleme almaları durumu daha da gerginleştirmiştir. (M. Ebu Zehra, s. 146)
Mehmet MARUF e-mail: mmaruf@mynet.com.tr
Çünkü Prof. Dr. Haydar Baş' ın veciz ifadesiyle akılla ancak Allah'ın ne olmadığı bilinebilir. Ne olduğunu bilmek ise gönlün işidir. Ayrıca akıl; inanç düzleminde hüküm koymak için değil konulan ilahi hükümlerin hikmetini anlamak için vardır.
Goldziher, Heinrich, Horten gibi oryantalistlerin "İslam'ın Hür Düşüncelileri" dedikleri Mutezile fraksiyonu Abbasi halifesi Mehdi zamanında itibar gördü. Me'mun'la beraber ise devletin resmi mezhebi haline geldi.
Konu edilen fırkanın bizzat Sultanı kendi saflarına katarak devletin en üst kademelerine yerleşmesinde Bağdat Mutezile düşünürlerinin katkısı olmuştur. Halifenin vezirlik teklif ettiği Sümame bin Eşras, Küfe'de Yahudi bir ayakkabı boyacısının oğlu olarak dünyaya gelip Me'mun döneminin en itibarlı kişilerinden olan Bişr el-Merisi, bir taraftan Mecusi ve Senevilerle fikri mücadeleye giren diğer yandan ruhun baki olmadığını söyleyen ilk kişi olan Ebul Huzeyl "Mihne"nin yönetiminden sorumlu olan ve baş kadılık yapan Ahmed bin Ebi Duad dönemin başlıca bilginleridir. (Nahide Bozkurt-age, s. 87-97)
Me'mun'un kurduğu Mutezili İdare başlıca iki sonuç doğurmuştur. İlki; önceki halifeler zamanında Yunan felsefesi çevirileri istisnai bir durum iken Me'mun döneminde bu çeviriler özellikle tercih edilmiştir. Tercüme faaliyetlerinin oluşması için gereken zemin bu fırkayla sağlanırken, diğer yandan tercüme çalışmaları Mutezilenin kullandığı cedel yöntemi için malzeme temin etmiştir. Kısacası karşılıklı etkileşim söz konusudur.
Önceki halifeler döneminde pek görülmeyen felsefe kitaplarının Me'mun tarafından sistematik bir çeviriye tabi tutulması aslında onun Mutezili kimliğiyle alakalıdır. Kendisinin bu mezhebi benimsemesi ve saraydaki tartışmalarda Yunan düşüncesinin dikkatini çekmesi sonucunda kendi inanç ve tutumunu haklı çıkarmak için Beyt'ül-Hikme'de felsefi eserleri tercüme ettirmeye yönelmiştir.
Bu kurumda Hıristiyan, Yahudi, Süryani, Mecusi vs. değişik inanç, milliyet, kültür ve coğrafyadan gelen insanlar tam bir hürriyet ortamı içinde konuşuyor, tartışıyor, kendi görüşleriyle ilgili kitaplar yazıyorlardı. Görüşleri Arapların aleyhine ve İslam'a aykırı bile olsa hürriyetleri kısıtlanmıyordu. O dönemde yaşayan bir Hıristiyan'ın itirafları aynen şöyledir:
"Hiçbir konuyu incelememiz yasak değildi. Gizlenen, saklanan hiçbir şey yoktu. Barbarlara ait olsun, Greklere ait olsun, her doktrinle dünyevi olsun, uhrevi olsun, ilahi olsun, beşeri olsun her şeyle uğraşmamıza izin veriliyordu. Tam bir güvenlik içinde çalışmalar yürütülüyordu." (M. Demirci-age., s. 138)
Devamında İncil ve Tevrat metinlerini Arapça'ya çevirmeye kadar varan bu faaliyetler Mutezilenin oluşturduğu sosyal ortamda imkan buluyordu. Me'mun'un kurduğu ve Mutezili idarenin oluşturduğu ikinci sonuç ise tarih kitaplarına "Mihne" diye geçecek olan Kur'an'ın mahluk olduğu iddiasıyla ehl-i sünnet ulemasının zulme maruz kalmasıdır.
Sultan Me'mun'un hilafetinin 14. yılında mutezililiği resmi mezhep edinmesi, beraberinde Halk'ul Kur'an meselesini doğurmuştur. Bağlı olduğu fırkanın fikriyatının sonucu olan Kur'an'ın mahluk olduğu iddiası Abbasi devletinin her yerinde benimsenmesi gereken bir doktrin olarak ilan edilmiştir.
İlginçtir ki; Mutezilerden önce aynı düşünceyi İbn Kuteybe'ye göre ilk olarak, Yahudi kökenli Abdullah bin Sebe' nin taraftarlarından Mugire bin Said dile getirmiştir. Ünlü tarihçi İbn'ül-Esir'e göre ise bu fikri Tevrat'ın mahluk olduğunu söyleyen Lebid bin Asam'dan aldığı ilhamla kız kardeşinin oğlu Talut en önce savunmuştur. (Nahide Bozkurt-age, s. 104)
Ardından ilk defa hicri 2. asrın sonlarında Emevi halifesi 2. Mervan'ın hocası tarafından ortaya atılmış ve görüşlerinden dolayı Sultan Hişam'ın emriyle öldürülmüştür. Sonraki dönemlerde Harun Reşid zamanına kadar bir daha dile getirilememiştir. Abbasi halifesi Harun Reşid döneminde ise Bişr el- Merisi Kur'an'ın mahluk olduğu iddiasını açıkça söylemeye başlamıştır. Sultan tarafından ölümle tehdit edilen Bişr, Me'mun döneminde sarayda hüsnü kabul görmüştür. (age, s. 105)
Sarayında çeşitli görüş ve inançlar hakkında tartışma meclisleri düzenleyen halife Me'mun bu faaliyetlerde aklın ilimlere büyük önem verdiklerinden dolayı sürekli Mutezilileri taltif etmiştir. Zamanla bu fırkanın hocaları da Sultan nezdindeki konumlarını fark etmişlerdir. Özelikle en yakın adamların Mutezileden seçilmesi ve fikri beraberlik oluşturulması sayesinde onlar Me'mun'a Halk'ul-Kur'an doktrinini kabul ettirmişlerdir. Hicri 121 yılında halife bu görüşü ilan ederek tartışma meclislerinde dile getirmiş ama insanlara zorla kabul ettirmeye çalışmamıştır.
Ancak öldüğü yıl olan Hicri 218 senesinde Mutezilenin teşvikleri sonucunda kuvvet kullanmaya başlanmıştır. (M. Ebu Zehra, s. 160) Rakka'da bulunduğu sırada Bağdat' taki vekiline yazdığı mektupta alimlerin Halk'ul-Kur'an konusunda imtihana tabi tutulmasını istemiştir. Ulemanın çoğu zorla olumlu cevap vermiş, bir kısmı ise susmuştur. Menfi cevap veren sayısız insan hapsedilmiş, işkence görmüş hatta öldürülmüştür.
Ehl-i sünnetin altı büyük imamından birisi olan Ahmed bin Hanbel de bu fitneden nasibini almış ve "Kur'an mahluk değildir Allah'ın zatıyla kaimdir" yani ezelidir dediği için zulme maruz kalmış ve 28 ay hapis yatmıştır. (Şamil İslam Ans.-c. 2, s. 316)
Me'mun döneminde yürürlükte olan zulüm, baskı, hapis; halife Mutasım ve Vasık dönemlerinde de Mutezile eşliğinde devam edecektir.
Fıkıh ve hadis alimlerinin bütün bu sıkıntılara sabretmesi sonucunda halkın onlara duyduğu sevgi ve sadakat artmış, Mutezile ve beraberinde olan yeni yetişme felsefecilerden ise nefret etmişlerdir. Özellikle bu fırkanın bazı hocalarının işkenceleri savunur tarzda risaleler kaleme almaları durumu daha da gerginleştirmiştir. (M. Ebu Zehra, s. 146)
Mehmet MARUF e-mail: mmaruf@mynet.com.tr