İnsanlar, marifetlerindeki farklılık nisbetinde muhabbette de farklı olurlar.
"Bilmiş ol ki; insanlar, imanın aslında müşterek oldukları gibi, sevginin aslında da müşterektirler. Fakat, Allah'ı marifette ve dünya sevgisinde farklıdırlar. Zira; şeyler arasındaki ayrılık, sebepler arasındaki ayrılıktandır. İnsanların çoğunluğu, Allah-ü Teala hakkında, ancak duydukları bazı sıfat ve isimleri bilirler; onları öğrenir ve ezberlerler. Bazıları, Allah-ü Teala'nın münezzeh olduğu birtakım manaları bunlardan çıkarır. Bazıları ise, hakikatlerini anlayamamakla beraber fasid manalar da düşünmez, olduğu gibi iman ettik der ve amel ile meşgul olurlar. Bunlar, Ashab-ı Yemîn'in selametle erenleridir. Fasid manalar tahayyül edenler ise, sapıklar; hakikatleri olduğu gibi bilenler ise, mukarreblerdir. Bu üç sınıfın halini Allah-ü Teala: "Eğer ölen o kişi gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cennetindendir (Vakı'a: 88-89) ayetleri ile beyan buyurmuştur." 1. Kainat, bütün varlıkları ile Allah-ü Teala'nın sanatıdır. Avam kısmı bunu böyle bilir ve buna inanarak Allah'ı sever. Fakat basiret sahibi, Allah-ü Teala'nın bu sanatının ince teferruatına vakıf olur. Bir sivrisinekte akıllara durgunluk verecek incelikleri görür de bu sebeple sevgisi kat kaz fazlalaşır. Allah-ü Teala'nın sanatının inceliklerini bildiği nisbette sevgisi de çoğalmış olur. Allah-ü Teala'nın sanatının inceliğini bilmek, sahili bulunmayan bir deryaya dalmaktır. Bunun için marifet erbabının sevgisi, ayrı ayrıdır. Fazla bilen, fazla sever. "Sevginin ihtilafı da, sevginin azalıp çoğalmasına vesiledir. Mesela, Allah-ü Teala'yı zatı için değil de, inam ettiği nimetlerden dolayı seven kimse, ihsanındaki değişiklik sebebiyle sevgisi de değişir. Mesela, bolluk ve refahtaki sevgisi ile darlık ve bela anındaki sevgisi bir olmaz. Fakat kemal, cemal, ululuk ve azamet bakımından sevgiye layık olan ancak Allah'tır, diyerek sevenlerin sevgilerinde değişiklik olmaz. İhsan etse de sever, etmese de sever."
"Sevgideki ayrılık da, ahiretteki saadet farklarına sebep olur. Bunun için Allah-ü Teala: "Doğrusu ahirette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır" (İsra: 21) buyurmuştur" 2.
Matlup olan, muhabbetin kemal derecesi olduğuna göre, bu kemali zayıflatan marifet kusurlarını bilmek, bu kusurları gidermek her hak yolcusunun tabiî ve zaruri vazifesidir. Bir mevcut, ancak iki sebeple idrak edilemez:
Birincisi, o mevcudun çok gizli olması, idrak ve müşahede sahasına girmemesi; ikincisi, çok aşikar ve açık olup idrak ve müşahede şartlarına indirgenememesidir. Cenab-ı Hak, zatıyla çok gizli; idraklerin fevkinde olduğu gibi, eserleri ve delilleriyle çok açık olup müşahede şartlarının fevkindedir. Her iki halde Cenab-ı Hakk'ın idrak edilemeyişi ilmî bir gerçek olduğu gibi, aynı zamanda bu durum imtihan sırrının da tabiî gereğidir. Zatıyla batın olan Cenab-ı Hak, idrak seviyesinden çok yüce olduğu için O'nu anlamak ve bilmekte, biz insanlar için tek geçerli yol; O'nu delilleri ve eserleriyle beraber tanımaktır. Bu yönüyle O, çok açıktır. Fakat, bu sahada Cenab-ı Hak, zuhurunun şiddetinden kendini perdelemiştir. O, zuhurunun şiddetinden dolayı perdelenmiş, insanlar bu sebeple idrak zaafiyetine düşmüşlerdir. Nasıl ki yarasanın gözleri güneş ziyasının şiddetinden kör olur, göremez ise, varlığı çok açık delilleri pek fazla olan Cenab-ı Hak da, insanlardan bu şekilde perdelenir. Varlıklar arasında idrak edilip hissedilen ve düşünülen, hazır olan ve olmayan herşey, O'nun varlığının şahit ve delili olduğu için, akıllar onu anlayıp bilmekte hayrete düşmüşlerdir. Bunun gibi bizim akıllarımız zayıf, Allah'ın cemali ise son derece parlak olduğu için, yarasa kuşu gibi O'nu göremiyoruz. Nurunun parlaklığı ile beraber göz ve basiretlerden saklanan Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim"3.
Cenab-ı Hakk'ı marifetteki kusurun bir sebebi de, O'nun misli ve benzerinin olmamasındandır. Çünkü herşey, zıddı ile idrak edilir. Karanlık olmadan aydınlığın değeri ve varlığı bilinemezdi. "Güneşin ışığından daha açık birşey yoktur. Böyle iken o zıddıyla biliniyor"4.
O'nun kudret ve iradesi her an mahlukatın üzerindedir. Farz-ı muhal; bir an için bu kudret ve iradenin çekildiğini varsaymak bütün mahlukatın helaki demektir. Tedbir ve iradesiyle O'nun ayakta tuttuğu kainatı, her an zaafa mübtela insan aklı, tabiî görüyor; mahlukatı ayakta tutan kudret ve iradeyi hakkıyla takdir edemiyor.
devam edecek...
Eski İstanbul Ramazanlar'ıRamazan-ı şerif gelmeden evvel hazırlık başlar. Haremde, selâmlıkla kilerler iftar yiyecekleriyle tıkabasa doldurulur. Kırk çeşit reçel kavanozu raflara dizilir; suçuk, pastırma ve peynir çeşitlerinin en nefisleri, okka okka güllaç desteleri yerlerine yerleştirilir. Konağın kiler ve mutfağında çalışanların yanına birkaç yamak ilâve edilir.
Ramazan arifesinde, İstanbul'un yüksek yerlerinde ve minare şerefelerinde Ramazan ayının incecik hilâlini gözetlerler. Gözcüler gurubdan sonra ufukta hilâli (yeniayı) görür görmez Şeyhülislâm kapısına koşuşurlar. Rüyeti hilâlin (yeniayın görüldüğünün) tesbiti için İstanbul kadısının huzuruna dolarlar. Bu cemaatin içinden iki kişiden biri borçlu, diğeri alacaklı imiş gibi bir dava icat ederek kadıya arz ve ikrar ederler.
Alacaklı- Efendim, bu adam geçen sene benden ... kuruş ödünç almıştı. Şöyle ki gelecek Ramazanı Şerif hilâlinin rüyeti akabinde edâ ederim dedi.
Kadı (Borçluya)- Bu adamın ikrar eylediği veçhile borcunu ödemeyi taahhüt ettin mi?
Borçlu- Evet efendim. Şu ana kadar borcumu Ramazan hilâli görüldüğü anda edâ edeceğim, fakat hilâli Ramazan'ın görüldüğünü isbat etsin borcumu vereyim, deyince;
Kadı alacaklıya:
-Ramazanı Şerif hilâli görüldüğünü isbat et! der.
Alacaklı- İsbat ederim, şahitlerim var.
Kadı- Getir şahitlerini... deyince hilâli görenler Kadı'nın huzuruna girip gördüklerine şahadet edince böylece Ramazan ispat edilmiş olurdu. Ramazan'ı ispat edenlere para verilir, her tarafta davullar çalınarak, minareler donanarak Ramazan ilân edilirdi. Büyük küçük, kadın erkek, çoluk çocuk neşe ve heyecan içinde birbirini tebrik eder, eller öpülerek, kucaklaşarak evler, sokaklar sevinç sesleriyle dolar, çoluk çocuk davulların peşinde sokak sokak neşe içinde haykırarak dolaşırlardı.
Zenginlerin, vükelânın otuz kırk odalı o mükellef yalılarının, köşklerinin, kış ise İstanbul'daki konaklarının harem selâmlık kapıları iftara yakın ardına kadar açılır. Kadın ve erkek davetli davetsiz, zengini fukarası iftara gelir, hürmetle karşılanırlardı. Dairesine göre haremde selâmlıkta bütün Ramazan'da bazı zengin konaklarında her akşam kırk elli hatta yüze yakın sofra kurulurdu. Ahbap ve akraba arasında, davetsiz ve ilk hafta içinde büyüklere iftara gitmek bir nezaket ve hürmet sayılırdı.
Bu sınıf arasında birbirlerine iftara gidenlere "diş kirası" adıyla kıymetli hediyeler vermek bir tür gönül almak sayılırdı.
İftara gelen fukaraya ise haline göre bir miktar para "diş kirası" olarak verilirdi.
Zenginler dinî ve insanî geleneği böyle fütüvvetkârlıklarla ifa ederken fakir olanlar bile bir tas çorbasıyla bir kap yemeğini komşusuna ikram etmekten sonsuz bir zevk duyardı.
Musahipzade Celal/Eski İstanbul Yaşayışı
Fıkıh KöşesiOrucun keffaretiOruç keffareti, Ramazan'da bir özür bulunmaksızın belli şartlar içinde orucunu bozan bir mükellefin, Müslüman veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azad etmesidir. Buna gücü yetmiyorsa, arka arkaya kesinti yapmaksızın iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmezse altmış fakire (sabah-akşam) yemek yedirir.
Oruç keffareti böyle yemek yedirmekle olabileceği gibi, yiyeceği aynen verip temlik etmekle de olur.
Yemek, aç olan büluğa ermiş veya yaklaşmış altmış fakiri sabah akşam doyuracak kadar yedirmektir.
Eğer yüz yirmi fakire yalnız bir vakit yemek yedirilirse, bu ancak altmış fakire yedirilmiş sayılır. Bunlardan altmış fakire tekrar sabah veya akşam yemek yedirmek gerekir. Böyle altmış fakire bir defa yemek yedirildikten sonra dağılıp gitseler, ya gelip hazır olmalarını beklemeli, ya da tekrar altmış fakiri sabah-akşam doyurmalıdır.
Oruç keffaretinin eşya verilip temlik yolu ile yapılmasına gelince, altmış fakirden her birine beş yüz yirmi dirhem (yarım sa') buğday veya bin kırk dirhem (bir sa') arpa veya hurma veya kuru üzüm verilir. Bu, tam bir fitre sadakası mikdarıdır. Bunların kıymetini vermek de caizdir. Oruç keffaretinin iyi hal sahibi olan fakirlere verilmesi daha faziletlidir. Oruç keffareti, oruç tutmak suretiyle olunca, bunda kesintisiz arka arkaya tutmak şarttır. Onun için bu oruca başlayan kimse, ara vermeden iki ay oruç tutar. Eğer daha iki ay dolmadan herhangi bir sebeple orucunu bozarsa, yeniden iki ay oruç tutmaya başlar. Bundan kadınların lohusa halleri değil de, âdet halleri müstesnadır. Geçirecekleri âdet günleri kesinti sayılmaz. Çünkü bu halde kurtulmak kadınlar için mümkün olmayacak derecede zordur. Ramazan orucunun veya muayyen bayram günlerinin araya girmesi de, keffaretin arka arkaya olmasına engeldir.
Keffaret hususunda, keffaret ödeyecek kimsenin ödeme zamanındaki haline bakılır. Buna göre, bir keffaret ödeyicisi, keffaretin gerektiği zamanda zengin iken, bunu ödeyeceği zaman fakir düşmüşse, keffaretini oruç tutmakla yerine getirir. Fakat daha orucunu bitirmeden tekrar zenginleşip köle azad etmeye güç kazansa, köle azad etmek suretiyle keffareti yerine getirmesi gerekir.
Keffaret orucuna, kamerî aylardan birinin başlangıcından başlanırsa, ayın ilk günü esas alınır. Böylece tam iki ayın geçmesiyle oruç keffareti tamamlanmış olur. Fakat ayın başında oruca başlanmazsa, birinci ay üçüncü aydan tamamlanarak otuz gün hesab edilir. İkinci ay ise, ayın başı alınarak oruca devam edilir. Bu, iki İmama göredir. İmam Azam'a göre, bu takdirde tam altmış gün oruç tutmak gerekir, ay başına bakılmaz.
Ömer Nasuhi Bilmen / Büyük İslam İlmihali
LâtifelerOsmanlının yüce vezirlerinden biri, zamanın âlimlerinden birisi ile karşılıklı latîfeler söyleşip, vakit vakit de şakalaşırlardı. Anadolu'da âdettir ve tatlı yemek sünnettir; bir Ramazan gecesi nimet sofrası kalkmış baklava yerlerdi.
Vezir, bir kaşık yoğurt alıp dânişmende hürmet ve köylülüğüne kinâye ile önündeki baklavanın üzerine döker. Dânişmend, önce yoğurdu över, sonra baklavanın balının azlığına işaretle:
-Sultanım der, tat vermeyecek olduktan sonra yoğurdu niye koyuyorsun ki?..
Şiir
Ehl-i ilm ile hoş durur kelimât
Her ne denlü olursa kart mizâc
Kartlık tab'ı gerçi âdemde
Bir maruzdur ki yokdur ana ilâc
Lîk ilm ile zulmet-i cehli
Mahv idüp oldılar cihâna râc
(Her ne kadar katı yaratılışlılık olsa da ilim sâhibi ile lakırdı hoştur.
Gerçi katı yaratılışlılık 'anlayışsızlık' insanda ilacı olmayan bir hastalıktır.
Onlar ilimle, cehlin karanlığını mahvedip cihâna ışık 'kandil' oldular.)
Lamiizâde Abdullah Çelebi
Gönül DostlarıMevlânâ Hâlid-i BağdâdîTasavvuf yolundan tard olunan Abdülvehhâb es-Sûsî yaptıklarına pişman olup bir gün Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Yahyâ Hazretlerine gelerek elini öptü ve affedilmesi için vâsıta olmasını istedi. Şeyh Yahyâ, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin huzuruna geldi ve Abdülvehhâb'ın affını diledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bu iş benim elimde olsa affederdim. Fakat Nakşibendiyye silsilesinin sâdâtı (efendileri) onu tarîkat kapısından kovmuşlardır. Şâyet Abdülvehhâb sakalını traş eder, yüzünü siyaha boyayıp bir merkebe ters bir şekilde biner, sokaklarda gezer, kendini teşhir ederse, o zaman belki şeyhlerin rûhâniyeti onu affeder." Bunun üzerine Şeyh Yahyâ; "Üstâdım! Abdülvehhâb nefsine böyle bir iş yükleyemez. İzin veriniz de onun yerine bu işi ben yapayım, Abdülvehâb affolunsun. Ben kendimi Müslümanların hayrı için fedâ ederim" dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Mevlânâ Hâlid Hazretleri ağlayarak Şeyh Yahyâ ile kucaklaştı. Şeyh Yahyâ dönüp Abdülvehhâb'ın yanına gitti ve dedi ki: "Sen kendinden başka kimseyi kınama, ancak ve sâdece kendini kınayabilirsin." Zaten kötü niyetliliği kendine huy edinmiş olan Abdülvehhâb es-Sûsî, Medîne-i Münevvreye giderek Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin aleyhinde küfre vardıracak iftirâlar ve sözler sarf etti.
Şam fetvâ emini İbn-i Âbidin Hazretleri Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin sevdiklerindendi. Mevlânâ Hâlid Efendimize iftira eden azgınlara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazdı. Bu risâleye de Sell-ül-Hüsâmü'l-hindî li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendî ismini verdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Padişahı Sultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın" diye şikayette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzade Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey mü'minlerin emiri! Allah-ü Teala Kur'an-ı Kerimin Hucûrat Sûresi 6. ayetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın" buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler." Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allah-ü Teala bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid Hazretlerine mânevi olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misafire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyafetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri onları yemeğe davet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar. Bu hâlin Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid Hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız. Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur" buyurdu.
Vazifeli iki kişi Sultan İkinci Muhmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allah-ü Teala'ya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefat edip türbesinin yanına defnedildi.
Ramazan SofrasıÇİKOLATALI TATLI
( 4 Kişilik)
Malzeme : 600 gr. pandispanya, 120 gr. beyaz çikolata, 40 gr. tozşeker, 11 ad. yumurta sarısı, 55 gr. Toz vanilya, 48 gr. süt kreması, dekor için, ahududu sos, portakal dilimi, nane.
Tarif : Pandispanya pasta kalıbının altına ve etrafına konur. Beyaz çikolata eritilir. Yumurta sarısı ve toz şeker mikserde çırpılır. Koyu bir kıvama gelince beyaz çikolata ve vanilya katılıp, beraber karıştırılarak pasta kalıbına dökülür. Üstü düzeltilip, derin dondurucuda soğutulur. Servis yapılırken ahududu sos ve portakal dilimi, nane ile dekore edilir.Afiyet Olsun