Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Kah inerim yeryüzüne seyr eyler alem beni
- Nesimi -
İslam itidadında aklın inkarı söz konusu değildir. Fakat sınırları çizilmiş ve vahyin ışığında düşünce üreten akıl (aklı-ı selim) makbuldür. Birçok alim akıl ile vahyi şöyle bütünleştirir: Akıl göz, vahiy ışıktır. Gözün bir objeyi görebilmesi için vahyin -eşyanın hakikatini gösteren- ışığına ihtiyacı vardır. İman için dahi akıl gerekli şarttır fakat yeterli şart değildir.
Böyle bir şablonla meseleyi değerlendirdiğimizde zaten Müslümanların ilk devirlerinde Hz. Peygamber (sav) ile başlatılan muazzam bir ilmi aktivite göze çarpmaktadır. Gerek dini ilimlerin sistemleştirilmesinde olsun, gerekse tabiat ilimlerine bakışta olsun aynı iştiyak İslam coğrafyasına hakimdir. Bundan dolayıdır ki; İmam Buhari hadis derlemek maksadıyla 14 yaşında seyahate başlamış, Buhara' dan Mısır'a kadar ne kadar ülke varsa hepsini dolaşmıştır. İmam Razi aynı amaçla "Ben üç bin fersahtan (18000 km) fazla mesafeyi yaya katettim. Sonra saymayı bıraktım" demiştir. (Prof. Dr. Haydar Baş, age., s. 239) Dini ilimlerdeki bu azmin pozitif bilimlere de yansıması olmuş Hz. Peygamberden (sav) topu topu 75 sene sonra rasathane inşa edilmiş, tıp, kimya, astronomi, matematik, edebiyat vs. ile ilgili eserler Arapça'ya çevrilmeye başlamıştır.
Fakat ne zaman ki tercüme faaliyetlerinde bilimsel bilginin yanında başka inanç sistemlerinde, özellikle Yunan metafiziğinden edinilen prensiplerle İslam itikadı ele alınmaya çalışılmış, o zaman problem çıkmıştır. Çünkü dini, kendi metodolojisinin dışında başka bir gözlükle okuma çabası haklı olarak ehl-i sünnet alimlerini tedirgin etmiştir.
Buradaki problem sanıldığı gibi din-bilim ya da akıl-vahiy çatışması değil, İslam itikadıyla Yunan metafiziğinin karşıtlığıdır. Sözü edilen karşıtlığa rağmen dine, dinde olmayan bir yöntemle yardıma çalışılmış, oysa ki bu çaba İslam inancını yıkmaya yönelik uğraşa dönüşmüştür.
Ele alınması gereken diğer nokta ise "alim" kavramında meydana gelen sapmadır. İslam toplumunda sahip olduğu dini "bilgi"yi yaşayarak "irfan"a dönüştüren, dünya-ahiret dengesinde ukba yönü ağır basan, gerektiğinde zalim hükümdarı canı pahasına uyaran ulema, hadiste geçtiği gibi peygamber varisidir. Toplumun temel dinamiği olan ve onu yönlendiren böyle bir olgu Mutezile mezhebiyle sapmaya uğramıştır. Kendisini İslami esaslarla sınırlamayan vahiyden bağımsız bir filozof tipi gerek halk gerekse fakih ve muhaddisler nezdinde rahatsızlık yaratmıştır.
İsmail Hakkı İzmirli'ye göre; Allah' a Aristo'nun inandığı gibi inanan, peygamberliği akli ve felsefi bir şekilde izaha kalkışan bu zümrenin bir kısmı itikadi problemler taşımıştır. Mesela; İbn Rüşd'e kadar uzanacak olan filozof tiplemesinin ilk halkasını teşkil eden el-Kindi;
"Peygamberliğin tebliğ ettiği vahiy ile, felsefenin işaret ettiği ve yönlendirdiği hakikat birdir" demiştir. Kindi'yi izleyen talebesi Serahsi, Mutezile'nin başlattığı rasyonalist akım içinde sürüklenerek öyle bir noktaya gelmiştir ki, dini şüpheleri sebebiyle, özellikle peygamberlik makamına hücum ederek peygamberleri şarlatan olarak nitelendirmiştir. (M. Demirci-age., s. 176)
Önce Mutezile sonra Mülhid olan, yazdığı kitaplarda Kur'an'ı ve Peygamberi reddeden İbn Ravendi, "Bütün insanlar yaradılışta eşittir, peygamberlerin hiçbir akli ve ruhi üstünlükleri yoktur, filozofların eserleri insanlık için mukaddes kitaplardan çok daha faydalıdır" diyen Zekeriya Razi (Süleyman Uludağ-İslam Düşüncesi Yapısı-Dergah Yay., s. 240) konu edilen zümreye birer örnek oluşturmaktadır.
"Kur'an mahluk değildir!" dediği için zindanlarda kırbaçlanan Ahmed bin Habel'e karşılık sultanın saraylarında ağırlanan Mutezile mensupları ve uzantısı olan filozoflar tabii ki gerek geleneksel alimler tarafından gerekse toplum tarafından hoş karşılanmamışlardır. Nitekim Mutezileyi Ebu Hanife'nin talebesi İmam Yusuf zındık sayarken, İmam Malik ve İmam Şakir şahitliklerini kabul edilemez bulmuştur. (M. Ebu Zehra- s. 147)
Bağlı bulundukları halk katmanı tarafından dışlanan bu kimselerin tıp, matematik, astronomi, mantık gibi ilimlerde gösterdikleri başarı ile durumu dengelemeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Ancak filozoflara karşı takınılan bu olumsuz tavır, geleneksel ulema ile aralarındaki ayrışma artarak devam edecek ve sonuçta felsefenin toplumdan uzaklaşmasını sağlayacaklardır. (M. Demirci-age., s. 141)
Fakat o dönemde felsefe aynı zamanda akli ve tabii ilimleri de kapsadığından bu ilimlerde felsefenin beraberinde gözden düşecektir. Artık halkın gözünde felsefe ile uğraşanlar zındık ve dinsiz sayıldığından kelam üzerinde çalışanlar hariç olmak üzere diğer felsefe ile uğraşanlar din perdesi altında gizlenmeye mecbur göreceklerdir. (Fuat Köprülü)
Bu durumda ise İslam dünyasında pozitif ilimlerin kısmi duraklamasını açıklar mahiyettedir. Önceleri tabii ilimler; sünnetullahı anlamaya yönelik hikmetler şeklinde kabul görüp bilimsel çalışmalar yapılırken Beyt'ül-Hikme kurumda yetişen Mutezile ve felsefecilerle bu faaliyetler toplum indinde meşrutiyetini yitirmiştir.
İlginçtir ki bilimsel çalışmaların gözden düşmesini, o çalışmayı yürütenlerin toplumla ve inançlarıyla yabancılaşmasını sağlamıştır.
Bir başka tespit ise bunu oryantalistlerin iddia ettiğinin aksine İmam Gazali'den çok daha önce başlamış olduğudur.
Yeri gelmişken aynı çerçevede bulunan cebir ilminin kurucusu ünlü astronom Harezmi ya da dünyanın güneşten uzaklaştığını keşfeden ve "Her insan için dinin emirlerinden sonra öğrenmesi gereken ilim astronomidir. Bu sayede Allah'ın büyüklüğünü, hikmetini ve O'nun eserlerinin mükemmelliğini görecektir" diyen Battani gibi alimler Yunan felsefesine takılmadan bilimsel bilgi üretmişlerdir. Dolayısıyla bu grubu eleştirilerimizin dışında tutmak zorundayız.
Burada batının bilimsel şartlandırmalarının dışına çıkarak bilgi adına sadece bilimsel bilgiyi güvenilir bulmanın yanlışlığına da değinmek gerekecektir. Çünkü Beyt'ül Hikme'den çok daha önce dünyanın yuvarlaklığını ortaya atan İmam-ı Azam Ebu Hanife (Prof. Dr. Mehmet Bayraktar-İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi-T. D. V., s. 84) "Eğer bir zerreyi (atom) ortadan kesersen içinde bir güneş ve onun etrafında durmadan dönen gezegenler görürsün" diyen Mevlana, atomun ve tabiatın aslının enerji olduğunu iddia eden Davud el-Kayseri (Age, s. 6) ya da mikropları mikroskopsuz haber veren Akşemseddin bu bilgilere deney ve gözlem metoduyla ulaşmamışlardır. Onların kaynağı tasavvufi anlamda keşif ve ilhamdır. Alim olan, Allah'la aralarında ilham bağı olan bu kişiler bilgiyi de bizzat O'ndan almışlardır. Dikkat çekici olan ise İslam dünyasında üretilebilen böyle bir bilgi türü varken Mutezile ve beraberindekiler bu bilgiyi değil de Yunan metafiziğini tercih etmişlerdir. l
Mehmet MARUF e-mail: mmaruf@mynet.com.tr
Kah inerim yeryüzüne seyr eyler alem beni
- Nesimi -
İslam itidadında aklın inkarı söz konusu değildir. Fakat sınırları çizilmiş ve vahyin ışığında düşünce üreten akıl (aklı-ı selim) makbuldür. Birçok alim akıl ile vahyi şöyle bütünleştirir: Akıl göz, vahiy ışıktır. Gözün bir objeyi görebilmesi için vahyin -eşyanın hakikatini gösteren- ışığına ihtiyacı vardır. İman için dahi akıl gerekli şarttır fakat yeterli şart değildir.
Böyle bir şablonla meseleyi değerlendirdiğimizde zaten Müslümanların ilk devirlerinde Hz. Peygamber (sav) ile başlatılan muazzam bir ilmi aktivite göze çarpmaktadır. Gerek dini ilimlerin sistemleştirilmesinde olsun, gerekse tabiat ilimlerine bakışta olsun aynı iştiyak İslam coğrafyasına hakimdir. Bundan dolayıdır ki; İmam Buhari hadis derlemek maksadıyla 14 yaşında seyahate başlamış, Buhara' dan Mısır'a kadar ne kadar ülke varsa hepsini dolaşmıştır. İmam Razi aynı amaçla "Ben üç bin fersahtan (18000 km) fazla mesafeyi yaya katettim. Sonra saymayı bıraktım" demiştir. (Prof. Dr. Haydar Baş, age., s. 239) Dini ilimlerdeki bu azmin pozitif bilimlere de yansıması olmuş Hz. Peygamberden (sav) topu topu 75 sene sonra rasathane inşa edilmiş, tıp, kimya, astronomi, matematik, edebiyat vs. ile ilgili eserler Arapça'ya çevrilmeye başlamıştır.
Fakat ne zaman ki tercüme faaliyetlerinde bilimsel bilginin yanında başka inanç sistemlerinde, özellikle Yunan metafiziğinden edinilen prensiplerle İslam itikadı ele alınmaya çalışılmış, o zaman problem çıkmıştır. Çünkü dini, kendi metodolojisinin dışında başka bir gözlükle okuma çabası haklı olarak ehl-i sünnet alimlerini tedirgin etmiştir.
Buradaki problem sanıldığı gibi din-bilim ya da akıl-vahiy çatışması değil, İslam itikadıyla Yunan metafiziğinin karşıtlığıdır. Sözü edilen karşıtlığa rağmen dine, dinde olmayan bir yöntemle yardıma çalışılmış, oysa ki bu çaba İslam inancını yıkmaya yönelik uğraşa dönüşmüştür.
Ele alınması gereken diğer nokta ise "alim" kavramında meydana gelen sapmadır. İslam toplumunda sahip olduğu dini "bilgi"yi yaşayarak "irfan"a dönüştüren, dünya-ahiret dengesinde ukba yönü ağır basan, gerektiğinde zalim hükümdarı canı pahasına uyaran ulema, hadiste geçtiği gibi peygamber varisidir. Toplumun temel dinamiği olan ve onu yönlendiren böyle bir olgu Mutezile mezhebiyle sapmaya uğramıştır. Kendisini İslami esaslarla sınırlamayan vahiyden bağımsız bir filozof tipi gerek halk gerekse fakih ve muhaddisler nezdinde rahatsızlık yaratmıştır.
İsmail Hakkı İzmirli'ye göre; Allah' a Aristo'nun inandığı gibi inanan, peygamberliği akli ve felsefi bir şekilde izaha kalkışan bu zümrenin bir kısmı itikadi problemler taşımıştır. Mesela; İbn Rüşd'e kadar uzanacak olan filozof tiplemesinin ilk halkasını teşkil eden el-Kindi;
"Peygamberliğin tebliğ ettiği vahiy ile, felsefenin işaret ettiği ve yönlendirdiği hakikat birdir" demiştir. Kindi'yi izleyen talebesi Serahsi, Mutezile'nin başlattığı rasyonalist akım içinde sürüklenerek öyle bir noktaya gelmiştir ki, dini şüpheleri sebebiyle, özellikle peygamberlik makamına hücum ederek peygamberleri şarlatan olarak nitelendirmiştir. (M. Demirci-age., s. 176)
Önce Mutezile sonra Mülhid olan, yazdığı kitaplarda Kur'an'ı ve Peygamberi reddeden İbn Ravendi, "Bütün insanlar yaradılışta eşittir, peygamberlerin hiçbir akli ve ruhi üstünlükleri yoktur, filozofların eserleri insanlık için mukaddes kitaplardan çok daha faydalıdır" diyen Zekeriya Razi (Süleyman Uludağ-İslam Düşüncesi Yapısı-Dergah Yay., s. 240) konu edilen zümreye birer örnek oluşturmaktadır.
"Kur'an mahluk değildir!" dediği için zindanlarda kırbaçlanan Ahmed bin Habel'e karşılık sultanın saraylarında ağırlanan Mutezile mensupları ve uzantısı olan filozoflar tabii ki gerek geleneksel alimler tarafından gerekse toplum tarafından hoş karşılanmamışlardır. Nitekim Mutezileyi Ebu Hanife'nin talebesi İmam Yusuf zındık sayarken, İmam Malik ve İmam Şakir şahitliklerini kabul edilemez bulmuştur. (M. Ebu Zehra- s. 147)
Bağlı bulundukları halk katmanı tarafından dışlanan bu kimselerin tıp, matematik, astronomi, mantık gibi ilimlerde gösterdikleri başarı ile durumu dengelemeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Ancak filozoflara karşı takınılan bu olumsuz tavır, geleneksel ulema ile aralarındaki ayrışma artarak devam edecek ve sonuçta felsefenin toplumdan uzaklaşmasını sağlayacaklardır. (M. Demirci-age., s. 141)
Fakat o dönemde felsefe aynı zamanda akli ve tabii ilimleri de kapsadığından bu ilimlerde felsefenin beraberinde gözden düşecektir. Artık halkın gözünde felsefe ile uğraşanlar zındık ve dinsiz sayıldığından kelam üzerinde çalışanlar hariç olmak üzere diğer felsefe ile uğraşanlar din perdesi altında gizlenmeye mecbur göreceklerdir. (Fuat Köprülü)
Bu durumda ise İslam dünyasında pozitif ilimlerin kısmi duraklamasını açıklar mahiyettedir. Önceleri tabii ilimler; sünnetullahı anlamaya yönelik hikmetler şeklinde kabul görüp bilimsel çalışmalar yapılırken Beyt'ül-Hikme kurumda yetişen Mutezile ve felsefecilerle bu faaliyetler toplum indinde meşrutiyetini yitirmiştir.
İlginçtir ki bilimsel çalışmaların gözden düşmesini, o çalışmayı yürütenlerin toplumla ve inançlarıyla yabancılaşmasını sağlamıştır.
Bir başka tespit ise bunu oryantalistlerin iddia ettiğinin aksine İmam Gazali'den çok daha önce başlamış olduğudur.
Yeri gelmişken aynı çerçevede bulunan cebir ilminin kurucusu ünlü astronom Harezmi ya da dünyanın güneşten uzaklaştığını keşfeden ve "Her insan için dinin emirlerinden sonra öğrenmesi gereken ilim astronomidir. Bu sayede Allah'ın büyüklüğünü, hikmetini ve O'nun eserlerinin mükemmelliğini görecektir" diyen Battani gibi alimler Yunan felsefesine takılmadan bilimsel bilgi üretmişlerdir. Dolayısıyla bu grubu eleştirilerimizin dışında tutmak zorundayız.
Burada batının bilimsel şartlandırmalarının dışına çıkarak bilgi adına sadece bilimsel bilgiyi güvenilir bulmanın yanlışlığına da değinmek gerekecektir. Çünkü Beyt'ül Hikme'den çok daha önce dünyanın yuvarlaklığını ortaya atan İmam-ı Azam Ebu Hanife (Prof. Dr. Mehmet Bayraktar-İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi-T. D. V., s. 84) "Eğer bir zerreyi (atom) ortadan kesersen içinde bir güneş ve onun etrafında durmadan dönen gezegenler görürsün" diyen Mevlana, atomun ve tabiatın aslının enerji olduğunu iddia eden Davud el-Kayseri (Age, s. 6) ya da mikropları mikroskopsuz haber veren Akşemseddin bu bilgilere deney ve gözlem metoduyla ulaşmamışlardır. Onların kaynağı tasavvufi anlamda keşif ve ilhamdır. Alim olan, Allah'la aralarında ilham bağı olan bu kişiler bilgiyi de bizzat O'ndan almışlardır. Dikkat çekici olan ise İslam dünyasında üretilebilen böyle bir bilgi türü varken Mutezile ve beraberindekiler bu bilgiyi değil de Yunan metafiziğini tercih etmişlerdir. l
Mehmet MARUF e-mail: mmaruf@mynet.com.tr