İbretle ve hikmetle tetkik edildiğinde görülecektir ki, mevcudat içerisinde gayesiz, hedefsiz, maksatsız hiçbir varlık yoktur. Bir farkla ki, şuur ve irade sahibi varlıklar bu büyük gayenin farkındadır. Cansızlar, bitkiler ve hayvanlar gibi, bir gayeye hizmet ettiği halde şuur ve tefekkür kabiliyetinden mahrum varlıklar, bu gayenin farkında değildirler. Gayesinin şuurunda olan varlıklar içerisinde insan, müstesna ve mümtaz bir yere sahiptir. İnsan eşref-i mahlukattır ve Halifetullah'a namzettir. İnsan zübde-i alemdir; Cenab-ı Hakk'ın hikmet ve tecellilerini en mükemmel tarzda yansıtan merkez bir varlık, bir çekirdek, nüvedir. İnsan, aklı sayesinde hem dış tabiatı, hem de kendini idrak eder. Kendi kendini idrak eden tek varlık olan akıl insanda bulunur. Aklın kalbî boyutu da vardır. Bu sayede insan hem kendini tanır, hem de kendinden Hakk'a giden yolu bulur. Böylece kendi yararına ve Hak adına kazanılmış olur. İnsan, mükellefiyetinin şuurunda olarak fıtratından yükselen büyük sesi dinler. Bu sesin şifresini çözerek dış tabiata, yani kâinata yönelir. Böylece anlar ki, fıtratın lisanı ile kâinatın lisan-ı hali aynı gayeyi işaret ediyor. Fıtratının derinliklerinden gelip selim aklı muhatap alan şu suallerden hiçbir selim fıtrat sahibi insan kurtulamaz: "Ben neyim, nereden geliyorum, niçin geliyorum, nereye gidiyorum, ne olacağım?"
Bu suallere muhatap olmak, bir zaruret, bir mecburiyettir. Bunlar insanın mesuliyet ve mükellefiyetinin temelini oluşturur. Âlemi ve âlemdeki gayeyi, hikmeti anlamaya insanı sevkeden de bu suallerdir.
Bu suallere muhatap olmak, bir zaruret, bir mecburiyettir. Bunlar insanın mesuliyet ve mükellefiyetinin temelini oluşturur. Âlemi ve âlemdeki gayeyi, hikmeti anlamaya insanı sevkeden de bu suallerdir.