Şehir yaşlanmıştır... Kırılmıştır. kaldırım taşları. Evlerinin cephesi eskimiştir. Çatlamıştır iyice yıkık minarenin bedeni. Toprağının yüzüne çizgiler dolmuş, kırışmıştır; gölün çekilmiş sularının boş bıraktığı sahil...
Ama daima gençtir ulu dağları, ovaları, ırmakları... Sazlıklardaki akşam güneşi diridir yüzyıllar boyu... Yıldızlar hüznü dürüp kaldırırken yaz gecelerinden; kış martılarının çığlıklarında yakındır baharın sevinci...
Anılara en kardeş bilinen mutlaka bir kenttir. Sevinçlere ortak tutulmuştur çarşı içindeki hapishanenin çıkış kapısı. Acılara da tanıktır gitttikçe genişleyen gömütlüğü. Elbet şımarık caddeleri ve parlak ışıkları değildir kentin dost takımı arasındakiler. Sevdaları önce şehrin ağaçları duymuş ve duyurmuştur bulutlara. Umutsuzluğa, parasızlığa, yoksulluğa bu kadar yakın şahit olmamıştır kimse daha... Ekmek fırınlarının vitrinlerine yapışmış bakışlar, parkların tenhalarında içilen sigaralar, çaresizliğe bu kadar yakın çekimden...
Kimin yüreğini yakmaz ki sevgili bir şehrin hasreti? O en büyük acıda bile ayrılamayan kadın... Tutup ıslak, karlı bir çadıra tutunup, o uzaklara gidemeyişinin öyküsünü ne çabuk özetler... "Nasıl giderim bir başka kente. Onu nasıl bırakırım. Buranın mezarlığında yatarken eşim, nasıl ırak şehrin sıcak yuvasında huzur bulurum. Avuçlarımda kalmayan çocuk elleri burada... Bu şehirde kaldı mutluluğum..."
Bu kent sevdası, bu deli tutku mudur ki; kimsem olmasa da... Tek tanıdığım... Bir şehre girerken tanıdıktır tüm bahçeler, asma bağları. Sonra o sırasız sevinç, onlarca nedenli bu çoşku. Yolunuzu bekleyen kentin dağları, ovaları, ırmaklarıdır. Bunu bilmenin bile müthiş heyecanı. Ayrılıkta her seferinde; dönüp bakmaktan ağrımış boyun, yorulmuş bakışlar...