Kayseri otogarındayım. Oradaki büfelerde, tahmin edilebileceği gibi pastırmalı tost satılıyor. Sivas otobüsünü beklerken ben de nefis bir pastırmalı tost ısmarladım kendime.
Dükkanın önündeki küçük taburede oturup tostumu bir güzel mideme indirirken bir anne ve biri, beş-altı diğeri, sekiz-on yaşlarındaki iki kızı ile birlikte oradan geçiyorlardı. Anne, ellerinden tuttuğu kızlarını, büfeyi ve önündeki tezgahlarda sergilenen çörekleri görmelerini engelleyecek şekilde adetâ çekiştirerek götürüyordu. Onlar da pastırmalı tost yemeyi kim bilir ne kadar çok arzu ederlerdi.
Çörekleri görmeleri, annenin çabaları ile engellenebilse bile kızların pastırmalı tostu farkına varmamaları olanaksızdı. Çünkü etrafta nefis bir pastırma kokusu vardı ve zaten çıraklar, "Mis gibi pastırmalı tost" diye bağırıyorlardı. Hele vitrinlerdeki, kızartılmaya hazır, içindeki pastırmalar görülsün diye içleri özellikle açılmış, yarım ekmek biçimindeki tostlar!
Pastırmalı tost alamayacaklarını biliyordu anne, on yaşındaki küçücük kız ve beş yaşındaki minicik kardeşi.
Beş yaşındaki minicik kız, minnacıklığına sığınarak, hiç olmazsa çöreklere bakmaya cesaret etti ve annesine, "Anne bana şu çöreklerden alsana" diye istediği çöreği göstererek ayak diredi. Anne, büyük kız ve minnacık, uzun uzadıya çöreklere baktılar. Biraz yürüdüler ama minnacık'ın ısrarı ile bir kaç adım geri gelerek tekrar çörekleri süzmeye başladılar. Bir ara anne, onun anlayabileceğini umarak büyük kızının gözlerinin içine baktı bir süre. Sessiz bir mutabakatla çöreklerin fiyatını sormayı kararlaştırdılar. Abla, bir dizini öbür dizine sürerek sıkılgan bir şekilde sordu.
Bir tanesi yüz, bir tanesi yüz elli bin lira idi çöreklerin. Büyük kız ile anne fısıldaştılar. Anne, çantasını açtı, içindeki bozuklukları evire çevire, uzun uzun hesap yaptı ve bir madeni yüz binlik çıkararak büyük kıza gösterdi, ufaklığa çaktırmadan.
Ablası, yüz bin liralık çöreklerden birine eliyle dokunarak ufaklığa, "Peki şunlardan al bir tane" dedi. "Ama bak bunlardan tamam mı" diye de tekrarladı. Ancak küçük kızın gönlü yüz elli binlik çöreklerde idi ve iki eli ile, koluna sarılıp vücudunu yana yatırarak çekiştirdiği annesine, "Anne ne olur bunlardan al" diye yalvarıyordu.
Kendisi de o çöreklere imrenmesine rağmen ablası, doğal davranıyormuş gibi yaptı, yüz binlik çörekleri göstererek ve ufaklığın kafasını eliyle sert bir şekilde itiştirerek, "Hayır bunlar daha iyi, bunlardan yiyeceksin" diye azarladı onu.
Çörek alındı. Ufaklık mutsuzdu. Annesinin ve kendi nefsine rağmen küçük kardeşine bir çörekçik alınması için fedakarlık gösteren on yaşındaki olgun ablasının da içleri buruktu. Anne de abla da açtılar ama bir parça bile koparmadılar ufaklığın çöreğinden.
Başları öne eğik, kalkma saati yaklaşan otobüslerine doğru ilerlediler. Ufaklık, bir yandan çöreğini iştahla yiyor ama hâlâ ikide birde dönüp istediği çöreklere bakıyordu. Annesi ve ablası da ona sezdirmeden birer kere dönüp baktılar. Gözlerini pastırmalı tostlarla meşgul bile etmiyorlardı, kendilerine ne kadar uzak olduklarını bildikleri için. Gözleri değse de hemen kaçırıveriyorlardı. Anne bir şeyler mırıldandı. Allah'ından şefaat diliyor, O'na sığınıyordu kuşkusuz.
Elimdeki, yarısını bitirmekte olduğum kocaman tostu koydum bir kenara. "Ne oldu abi, yemiyor musun" diyen çıraktan, göz yaşlarımı görmesin diye yüzümü gizleyerek ve gırtlağım boğum boğum olduğu için cevap vermeyip elimle, "Sağ ol" gibisinden bir işaret yaparak kurtulmaya çalıştım.
Tam ayrılıyordum ki, ufaklığın ablası geldi ve çırağa, "Az önce sizden çörek aldık. Annem yanlışlıkla elli bin lira fazla vermiş. Bana öyle söyledi. Elli bin liramızı geri verir misiniz" dedi.
Çırak anlamadı ve sordu kıza:"Hangi çöreklerden aldın?"
"Na, şunlardan" diye yüz bin liralık çörekleri gösterdi kız, mahcup bir tavırla.
Çırak patrona, "Yüz bin liralık çörek almışlar yüz elli vermişler yanlışlıkla" diye seslendi.
İkisi de bir şey anlamadılar ama patron, "Ver, ver Allah'ın inayeti hepimizin üzerinde olsun" diye kasadan hiç düşünmeden çıkardığı elli bin lirayı çırağa uzattı.
Elli bin liralık eline sıkıştırılınca yüzünün hatları gevşeyiverdi kızın ve utana sıkıla ağzında çiğnediği başörtüsünün ucunu dişleri arasından aşağı doğru çekerek yürümeye koyuldu.
O, yüzünü kızartmaya razı olmak zorunda kalmıştı ama her şey hızla geliştiği için bir şey anlamamıştı kimse. Çabucak ayrıldı oradan. Sorun, gürültüsüz çözüldüğü için de sanki gizli bir sevinç kırıntısı vardı gözlerinde.
Anlaşılan, anne, çörekleri uzun uzadıya süzerken ve çantasını karıştırırken yaptığı hesapta elli bin liralık bir yanlış yapmıştı. Eksik kalan belki de bilet paraları idi.
Hesabı doğru yapsaydı, elli bin liraya çörek olmadığı için hiç bir şey alamayacaklardı. Anne ve abla açlıklarını bastırmayı öğrenmişlerdi ama ya küçük kız? Dayanamayıp arkalarından gittim. Otobüsün camında gördüm anneyi. Başörtüsünü sıvazladı, ellerini açtı, dua ediyordu otobüs uzaklaşırken. Küçük kızının karnını doyurmak adına başlarına gelen bu utanç için Allah'tan kendisini bağışlamasını istiyordu muhakkak.
Bir süre sonra şüphesiz ki, kendilerini bu duruma sokanlara da gözlerindeki yaşlarla beddualar edecekti.
Ben ise çöküp kaldığım kaldırımın üzerinde kafamı dizlerimin arasına sokup hiç beklemeden bedduaya ve hıçkırmamaya çalışarak ağlamaya başlamıştım çoktan.
Sosyal patlama olur mu?
Hâlâ soracak mısınız?
Ulaş BIÇAKÇI
Dükkanın önündeki küçük taburede oturup tostumu bir güzel mideme indirirken bir anne ve biri, beş-altı diğeri, sekiz-on yaşlarındaki iki kızı ile birlikte oradan geçiyorlardı. Anne, ellerinden tuttuğu kızlarını, büfeyi ve önündeki tezgahlarda sergilenen çörekleri görmelerini engelleyecek şekilde adetâ çekiştirerek götürüyordu. Onlar da pastırmalı tost yemeyi kim bilir ne kadar çok arzu ederlerdi.
Çörekleri görmeleri, annenin çabaları ile engellenebilse bile kızların pastırmalı tostu farkına varmamaları olanaksızdı. Çünkü etrafta nefis bir pastırma kokusu vardı ve zaten çıraklar, "Mis gibi pastırmalı tost" diye bağırıyorlardı. Hele vitrinlerdeki, kızartılmaya hazır, içindeki pastırmalar görülsün diye içleri özellikle açılmış, yarım ekmek biçimindeki tostlar!
Pastırmalı tost alamayacaklarını biliyordu anne, on yaşındaki küçücük kız ve beş yaşındaki minicik kardeşi.
Beş yaşındaki minicik kız, minnacıklığına sığınarak, hiç olmazsa çöreklere bakmaya cesaret etti ve annesine, "Anne bana şu çöreklerden alsana" diye istediği çöreği göstererek ayak diredi. Anne, büyük kız ve minnacık, uzun uzadıya çöreklere baktılar. Biraz yürüdüler ama minnacık'ın ısrarı ile bir kaç adım geri gelerek tekrar çörekleri süzmeye başladılar. Bir ara anne, onun anlayabileceğini umarak büyük kızının gözlerinin içine baktı bir süre. Sessiz bir mutabakatla çöreklerin fiyatını sormayı kararlaştırdılar. Abla, bir dizini öbür dizine sürerek sıkılgan bir şekilde sordu.
Bir tanesi yüz, bir tanesi yüz elli bin lira idi çöreklerin. Büyük kız ile anne fısıldaştılar. Anne, çantasını açtı, içindeki bozuklukları evire çevire, uzun uzun hesap yaptı ve bir madeni yüz binlik çıkararak büyük kıza gösterdi, ufaklığa çaktırmadan.
Ablası, yüz bin liralık çöreklerden birine eliyle dokunarak ufaklığa, "Peki şunlardan al bir tane" dedi. "Ama bak bunlardan tamam mı" diye de tekrarladı. Ancak küçük kızın gönlü yüz elli binlik çöreklerde idi ve iki eli ile, koluna sarılıp vücudunu yana yatırarak çekiştirdiği annesine, "Anne ne olur bunlardan al" diye yalvarıyordu.
Kendisi de o çöreklere imrenmesine rağmen ablası, doğal davranıyormuş gibi yaptı, yüz binlik çörekleri göstererek ve ufaklığın kafasını eliyle sert bir şekilde itiştirerek, "Hayır bunlar daha iyi, bunlardan yiyeceksin" diye azarladı onu.
Çörek alındı. Ufaklık mutsuzdu. Annesinin ve kendi nefsine rağmen küçük kardeşine bir çörekçik alınması için fedakarlık gösteren on yaşındaki olgun ablasının da içleri buruktu. Anne de abla da açtılar ama bir parça bile koparmadılar ufaklığın çöreğinden.
Başları öne eğik, kalkma saati yaklaşan otobüslerine doğru ilerlediler. Ufaklık, bir yandan çöreğini iştahla yiyor ama hâlâ ikide birde dönüp istediği çöreklere bakıyordu. Annesi ve ablası da ona sezdirmeden birer kere dönüp baktılar. Gözlerini pastırmalı tostlarla meşgul bile etmiyorlardı, kendilerine ne kadar uzak olduklarını bildikleri için. Gözleri değse de hemen kaçırıveriyorlardı. Anne bir şeyler mırıldandı. Allah'ından şefaat diliyor, O'na sığınıyordu kuşkusuz.
Elimdeki, yarısını bitirmekte olduğum kocaman tostu koydum bir kenara. "Ne oldu abi, yemiyor musun" diyen çıraktan, göz yaşlarımı görmesin diye yüzümü gizleyerek ve gırtlağım boğum boğum olduğu için cevap vermeyip elimle, "Sağ ol" gibisinden bir işaret yaparak kurtulmaya çalıştım.
Tam ayrılıyordum ki, ufaklığın ablası geldi ve çırağa, "Az önce sizden çörek aldık. Annem yanlışlıkla elli bin lira fazla vermiş. Bana öyle söyledi. Elli bin liramızı geri verir misiniz" dedi.
Çırak anlamadı ve sordu kıza:"Hangi çöreklerden aldın?"
"Na, şunlardan" diye yüz bin liralık çörekleri gösterdi kız, mahcup bir tavırla.
Çırak patrona, "Yüz bin liralık çörek almışlar yüz elli vermişler yanlışlıkla" diye seslendi.
İkisi de bir şey anlamadılar ama patron, "Ver, ver Allah'ın inayeti hepimizin üzerinde olsun" diye kasadan hiç düşünmeden çıkardığı elli bin lirayı çırağa uzattı.
Elli bin liralık eline sıkıştırılınca yüzünün hatları gevşeyiverdi kızın ve utana sıkıla ağzında çiğnediği başörtüsünün ucunu dişleri arasından aşağı doğru çekerek yürümeye koyuldu.
O, yüzünü kızartmaya razı olmak zorunda kalmıştı ama her şey hızla geliştiği için bir şey anlamamıştı kimse. Çabucak ayrıldı oradan. Sorun, gürültüsüz çözüldüğü için de sanki gizli bir sevinç kırıntısı vardı gözlerinde.
Anlaşılan, anne, çörekleri uzun uzadıya süzerken ve çantasını karıştırırken yaptığı hesapta elli bin liralık bir yanlış yapmıştı. Eksik kalan belki de bilet paraları idi.
Hesabı doğru yapsaydı, elli bin liraya çörek olmadığı için hiç bir şey alamayacaklardı. Anne ve abla açlıklarını bastırmayı öğrenmişlerdi ama ya küçük kız? Dayanamayıp arkalarından gittim. Otobüsün camında gördüm anneyi. Başörtüsünü sıvazladı, ellerini açtı, dua ediyordu otobüs uzaklaşırken. Küçük kızının karnını doyurmak adına başlarına gelen bu utanç için Allah'tan kendisini bağışlamasını istiyordu muhakkak.
Bir süre sonra şüphesiz ki, kendilerini bu duruma sokanlara da gözlerindeki yaşlarla beddualar edecekti.
Ben ise çöküp kaldığım kaldırımın üzerinde kafamı dizlerimin arasına sokup hiç beklemeden bedduaya ve hıçkırmamaya çalışarak ağlamaya başlamıştım çoktan.
Sosyal patlama olur mu?
Hâlâ soracak mısınız?
Ulaş BIÇAKÇI