Helen uygarlığının temelini Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri oluşturduğuna göre, bu medeniyetler de nübüvvetten beslendiğine göre acaba Yunan mucizesi safsatasının tez olarak işlenmesini nasıl okumamız gerekir?
Tarih boyunca Batı uygarlığı incelendiğinde temelde üç karakteristik özellik göze çarpar. Bunlardan birincisi egosentrik (benmerkezli) oluşu, ikincisi sömürgeci (emperyalist) bir yapıyı benimsemesi, sonuncusu ise bütün dönemlerinde nübüvveti ve getirdiklerini ya reddetmesi veya çarpıtmasıdır.
Büyük çarpıtma
18-19. yüzyıllarda dünyanın geri kalanını sömürgeleştiren Avrupa kapitalizmi kendi ırkının üstünlüğünü ezdiği halklara kabul ettirebilmek için uygarlık tarihinde kendi lehine bir ayıklamaya girişmiş ve "Antik Yunan-Batı" uygarlığı çizgisi kavramını geliştirmiştir. Samir Amin bahsedilen olguyu şöyle özetler:
"Helen Medeniyeti- Roma-Hristiyan Feodal Avrupa-Kapitalist Avrupa biçiminde sıralanan Avrupa'ya bahşedilmiş benzersiz bir soyağacı vardır. Bu zincir her halkasıyla insanlığın ilerlemesinin çizgisidir. Ve sonuçta ilerlemenin doruğu kapitalist mucizeyi yaratmıştır. Dünyanın zincirin dışında kalan bölümleri doğal olarak geridir. Geri kalmış halklar için tek yol bu zincire eklemlenebilmektir. Kısacası Avrupa; tarihi ve bugünü anlamında dünyanın diğer bölgeleri ve milletlerine göre üstündür" (Bilim ve Ütopya, sayı: 21).
Bu son derece kaba bir tarih çarpıtmasıdır. Ve bu çarpıtma Batı insanının bilim sathına yerleşen "uygar biz-ilkel onlar" yanılsamasının da nedenidir (A.g.e., sayı: 89).
Vahşi Avrupalı
Aynı nedenledir ki Tanrı, İsa, papa ve kral adına Amerika'yı fethe (!) çıkan İspanyol komutanların en ünlüsü, en sofusu ve -galiba- en zalimi Hernando de Soto, İnka ve Aztek ülkesinde seller gibi kan akıtıp, dağlar gibi altın ve değerli taşla yüklü gemileriyle geri dönerken şöyle yazıyordu:
"İlkel ve geri yaratıklardı bu yerliler. Hele Amazon kıyılarında, geçit vermez ormanda yaşayanlar neredeyse vahşiydiler.
Tanrı'yı, İsa'yı ve Kutsal Ruh'u tanımıyor ve kavrayamıyorlardı. Altınlarına ve servetlerine el koymamız onları etkilemezdi. Çünkü bu ilkel yaratıklar henüz 'o benimdir' demeyi bile bilmiyorlardı..."
Batı sadece Amerika'yı, Afrika kıtasının tamamını, Hindistan'ı, Endülüs'ü, Mısır'ı v.s. (Daha geniş bilgi için bkz. Prof. Dr, Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler) değil kendi insanını da sömürmüştür.
Hatta fakir insanının yaşama hakkı tartışmaya açılmış bu konuda ilginç fikirler öne sürülmüştür.
Yoksulluk ortamında doğmuş biri ailesinden yaşaması için gerekli olanı elde edemiyorsa ve eğer toplum da onun çalışmasına ihtiyaç duymuyorsa, azıcık yiyecek bile talep etmeye hakkı yoktur. Zira o bir fazlalıktır (Kapitalizm Tarihi, Michel Beaud, sy. 29). Böyle bir zihniyetin ürünü olarak Dublin'deki gazeteler 1826'da şöyle yazıyordu:
"Burada halk arasında salgın bir hastalık hüküm sürüyor. Hastaneye götürülen hastalar yiyecek verilir verilmez iyileşiyor. O halde onların hastalığı açlıktır. Yiyecek bir şey bulur bulmaz iyileştiklerine göre, hastalığın nedenini bilmek için büyücü olmaya gerek yok" (A.g.e., sy.112).
Batının nübüvvetten nasipsizliği meselesine gelince Antik Yunan bilim ve felsefesi konusunda yetkili yazarlardan John Burnet; ilk defa Yunan'da kozmoloji ile uğraşan filozoflardan önceki devirlerde, bir takım hikmet sahibi peygamberlerin var olduğunu ifade eder (Tarih Boyunca İlim ve Din, Adnan Adıvar, sy.32). Filozofların ise ya Doğu'da nübüvvetin izleriyle tanıştıklarını ya da tanışanlarla görüştüklerini yukarıda izah etmiştik. Buna rağmen Yunan felsefesi, özellikle Aristo, Allah'ın insana vahiy yolu ile tebliğde bulunmasını veya bir peygamber aracılığıyla bilgi ve hikmeti öğretmesini tasavvur dahi edememiştir. Gerek "Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz" (Nahl: 63) ayet-i kerimesi mucibince gelen peygamberlerin ilminin, gerekse sonraki dönemlerde Mısır ve Mezopotamya'dan alınan nübüvvete dayalı hikmetin, -ilahi formattan- koparılarak, seküler (din dışı) bilgi konumuna indirgenmesi Batı'nın aslında bugününün de izahıdır.
Benmerkezci Avrupa
Sonuçta 19. yüzyılda sondan başa doğru, yazılan bir tarih olarak Avrupa merkezci tarih anlayışı, uygarlığının kökenlerini bu uygarlığın kendinden doğduğunu gösterecek biçimde yazmıştır. Bunu yaparken de Batı bilimini bilimin zirvesi olarak göstermiş, Batılı olmayan kültür ve uygarlıkların başarılarını gerçek bilim olarak kabul etmeyip 'bâtıl itikad, mitoloji ve folklor' diyerek dışlamıştır. Son olarak da işgal ve sömürgecilik yoluyla Avrupa, diğer uygarlıkların bilimlerini almış (örneğin Endülüs medeniyeti) bunların kökenine dair bilgileri gizlemiş ve Avrupalı kılığına büründürerek yeniden dolaşıma sokmuştur (Thomas Kuhn ve Bilim Savaşları, Everest Yay., sy. 71).
Bunun için Batı uygarlığı egosentriktir, sömürgecidir ve nübüvvetten mahrumiyetle kurulmuş bir medeniyet taslağıdır. Ama medeni değildir.
Tarih boyunca Batı uygarlığı incelendiğinde temelde üç karakteristik özellik göze çarpar. Bunlardan birincisi egosentrik (benmerkezli) oluşu, ikincisi sömürgeci (emperyalist) bir yapıyı benimsemesi, sonuncusu ise bütün dönemlerinde nübüvveti ve getirdiklerini ya reddetmesi veya çarpıtmasıdır.
Büyük çarpıtma
18-19. yüzyıllarda dünyanın geri kalanını sömürgeleştiren Avrupa kapitalizmi kendi ırkının üstünlüğünü ezdiği halklara kabul ettirebilmek için uygarlık tarihinde kendi lehine bir ayıklamaya girişmiş ve "Antik Yunan-Batı" uygarlığı çizgisi kavramını geliştirmiştir. Samir Amin bahsedilen olguyu şöyle özetler:
"Helen Medeniyeti- Roma-Hristiyan Feodal Avrupa-Kapitalist Avrupa biçiminde sıralanan Avrupa'ya bahşedilmiş benzersiz bir soyağacı vardır. Bu zincir her halkasıyla insanlığın ilerlemesinin çizgisidir. Ve sonuçta ilerlemenin doruğu kapitalist mucizeyi yaratmıştır. Dünyanın zincirin dışında kalan bölümleri doğal olarak geridir. Geri kalmış halklar için tek yol bu zincire eklemlenebilmektir. Kısacası Avrupa; tarihi ve bugünü anlamında dünyanın diğer bölgeleri ve milletlerine göre üstündür" (Bilim ve Ütopya, sayı: 21).
Bu son derece kaba bir tarih çarpıtmasıdır. Ve bu çarpıtma Batı insanının bilim sathına yerleşen "uygar biz-ilkel onlar" yanılsamasının da nedenidir (A.g.e., sayı: 89).
Vahşi Avrupalı
Aynı nedenledir ki Tanrı, İsa, papa ve kral adına Amerika'yı fethe (!) çıkan İspanyol komutanların en ünlüsü, en sofusu ve -galiba- en zalimi Hernando de Soto, İnka ve Aztek ülkesinde seller gibi kan akıtıp, dağlar gibi altın ve değerli taşla yüklü gemileriyle geri dönerken şöyle yazıyordu:
"İlkel ve geri yaratıklardı bu yerliler. Hele Amazon kıyılarında, geçit vermez ormanda yaşayanlar neredeyse vahşiydiler.
Tanrı'yı, İsa'yı ve Kutsal Ruh'u tanımıyor ve kavrayamıyorlardı. Altınlarına ve servetlerine el koymamız onları etkilemezdi. Çünkü bu ilkel yaratıklar henüz 'o benimdir' demeyi bile bilmiyorlardı..."
Batı sadece Amerika'yı, Afrika kıtasının tamamını, Hindistan'ı, Endülüs'ü, Mısır'ı v.s. (Daha geniş bilgi için bkz. Prof. Dr, Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler) değil kendi insanını da sömürmüştür.
Hatta fakir insanının yaşama hakkı tartışmaya açılmış bu konuda ilginç fikirler öne sürülmüştür.
Yoksulluk ortamında doğmuş biri ailesinden yaşaması için gerekli olanı elde edemiyorsa ve eğer toplum da onun çalışmasına ihtiyaç duymuyorsa, azıcık yiyecek bile talep etmeye hakkı yoktur. Zira o bir fazlalıktır (Kapitalizm Tarihi, Michel Beaud, sy. 29). Böyle bir zihniyetin ürünü olarak Dublin'deki gazeteler 1826'da şöyle yazıyordu:
"Burada halk arasında salgın bir hastalık hüküm sürüyor. Hastaneye götürülen hastalar yiyecek verilir verilmez iyileşiyor. O halde onların hastalığı açlıktır. Yiyecek bir şey bulur bulmaz iyileştiklerine göre, hastalığın nedenini bilmek için büyücü olmaya gerek yok" (A.g.e., sy.112).
Batının nübüvvetten nasipsizliği meselesine gelince Antik Yunan bilim ve felsefesi konusunda yetkili yazarlardan John Burnet; ilk defa Yunan'da kozmoloji ile uğraşan filozoflardan önceki devirlerde, bir takım hikmet sahibi peygamberlerin var olduğunu ifade eder (Tarih Boyunca İlim ve Din, Adnan Adıvar, sy.32). Filozofların ise ya Doğu'da nübüvvetin izleriyle tanıştıklarını ya da tanışanlarla görüştüklerini yukarıda izah etmiştik. Buna rağmen Yunan felsefesi, özellikle Aristo, Allah'ın insana vahiy yolu ile tebliğde bulunmasını veya bir peygamber aracılığıyla bilgi ve hikmeti öğretmesini tasavvur dahi edememiştir. Gerek "Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz" (Nahl: 63) ayet-i kerimesi mucibince gelen peygamberlerin ilminin, gerekse sonraki dönemlerde Mısır ve Mezopotamya'dan alınan nübüvvete dayalı hikmetin, -ilahi formattan- koparılarak, seküler (din dışı) bilgi konumuna indirgenmesi Batı'nın aslında bugününün de izahıdır.
Benmerkezci Avrupa
Sonuçta 19. yüzyılda sondan başa doğru, yazılan bir tarih olarak Avrupa merkezci tarih anlayışı, uygarlığının kökenlerini bu uygarlığın kendinden doğduğunu gösterecek biçimde yazmıştır. Bunu yaparken de Batı bilimini bilimin zirvesi olarak göstermiş, Batılı olmayan kültür ve uygarlıkların başarılarını gerçek bilim olarak kabul etmeyip 'bâtıl itikad, mitoloji ve folklor' diyerek dışlamıştır. Son olarak da işgal ve sömürgecilik yoluyla Avrupa, diğer uygarlıkların bilimlerini almış (örneğin Endülüs medeniyeti) bunların kökenine dair bilgileri gizlemiş ve Avrupalı kılığına büründürerek yeniden dolaşıma sokmuştur (Thomas Kuhn ve Bilim Savaşları, Everest Yay., sy. 71).
Bunun için Batı uygarlığı egosentriktir, sömürgecidir ve nübüvvetten mahrumiyetle kurulmuş bir medeniyet taslağıdır. Ama medeni değildir.