Tabii ki yakışıyor. Koskoca senede sadece birkaç gün de olsa İstanbul'u beyazlar giyinmiş bir gelin gibi görme şansına sahip oluyoruz. Ayasofya ve Sultanahmet camileri, Topkapı Sarayı, Boğaz köprüsü ve İstanbul deyince akla gelen onlarca, yüzlerce mekânın gelinlik giymiş bu hali, "kartpostal" kıvamındaki enfesliğinden öte, tarihin her zerresine acısıyla tatlısıyla ev sahipliği yapan bu kentin saflığı, temizliği, mahzunluğu ve mütevaziliğinin beyaz silueti adeta. Beyazın İstanbul'la olan bu eşsiz uyumu, İstanbul aşığı şairlere "beyaz İstanbul"un bembeyaz dizelerini yazdırtıp, aşıkın maşukuyla yaşadığı aşka "bembeyaz" bir boyut katmış, deliyi divane edip, meczupluk katsayısını doruk noktaya taşımış.
Beyazı İstanbul giyer de yakışmaz mı!
***
Böyle bir girizgahdan sonra "ama"lı bir cümle kurup, buraya kadar yazdıklarımın samimiyetini -en azından bazı okuyucular nazarında- tartışmaya açmak istemezdim ama o cümleyi kurmazsam vicdan azabı çekerim.
Beyaz, İstanbul'a yakışıyor ama İstanbul beyaza yakışıyor mu? Daha doğru bir ifadeyle beyaz, İstanbul'a yakışıyor ama aynı beyaz İstanbul'a birkaç numara büyük geliyor. İstanbul beyazın saflığını, temizliğini kaldıramıyor.
Bu satırları yazmamdaki sebep; bu sabah gazeteye gelebilmek için, 1 saatten fazla araç beklerken ellerimi, ayaklarımı, burnumu ve kulaklarımı hissedemeyecek kadar üşütmem değil. Güç bela bir saat bekledikten sonra gelen araca karga tulumba, balık istifi bir şekilde binip, bindiğim aracın şoförünün zincir takmayı zül sayan bir "trafik magandası", potansiyel bir "şehir eşkıyası" ve 20 kişilik araca doldurduğu 40 kişinin katili olma sıfatını kıl payı kaçıran biri olması münasebetiyle yokuş aşağı 20 metre kadar kaydıktan sonra bariyerlere çarparak durabilmesi sonucunda ölümle burun buruna gelmem hiç değil! Şehrin "ana arterlerini" dahi tuzlayamayan ancak "beyaz İstanbul" keyfimizi fazlasıyla tuzlayan Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin pişkin pişkin "şehrimizde kapalı yol yok, ekiplerimiz gece gündüz çalışıyor, İstanbullu rahatlayabilir" açıklamasını yapmasına sinir olmam da değil! Meteoroloji yetkililerinin bir hafta önceden başlayıp "geçen Perşembe"yi kastederek "bugün kar geliyor" açıklamalarına güvenip "eşe dosta" "Perşembe bir yere çıkmayın kar varmış!" uyarısını yaparak, meteorolojiye meteoroloji yetkililerinden daha fazla güvenip yani "kraldan fazla kralcı"lık yaparak gülünç duruma düşmem ve yarın (bugün) gitmem gereken çok önemli bir randevuya, meteorolojiye artık güvenmediğimden havanın nasıl olacağını kestiremediğim için gidip gidemeyeceğimi bilememem de değil!
Toroslar, Erciyes, Uludağ, Palandöken ve Ağrı'nın eteklerindeki boncuk boncuk karlara özenip, İstanbul'a yağan kardan tatmak isteyenlerin, bu heveslerinin dillerinde karbon monoksit gazını hissettikten sonra kursaklarında kalması da değil bu satırları yazdıran şey!
Hele hele sabık belediye başkanı Gürtuna'yı, İstanbul kar yüzünden felç olunca yerden yere vuranların, geçen yılki kar faciasını Brezilya sahillerinde haber alan, bu yıl da Endonezya'da Başbakan Erdoğan'la arz-ı endam ederken kar haberlerini işiten Kadir Topbaş'la ilgili tek satır yazı yazmamalarına isyanımdan da yazmadım bu satırları!
Peki neden yazdım? İnanın tam sebebini ben de bilmiyorum! Bir İstanbul'a baktım, bir kara baktım, bir de kendime ve İstanbullulara baktım ve İstanbul'un, daha doğrusu İstanbullunun beyaza yakışmadığına kanaat getirdim.