1984'te Türkiye ara askeri rejimden, seçimlerle normal siyasi koşullara döndüğünde, beklenmeyen PKK terörü ile karşılaştı. PKK 12 Eylül baskısı karşısında Türkiye'den iki komşuya kaçmış, orada düzenlenme olanağı bulmuştu. Yönetimdeki Milli Güvenlik Konseyi ise o dönem daha ziyade iç düzeni oturtmaya çalışmakla meşguldü. PKK baskınları başladığında, olup bitenleri kimse pek anlayamamıştı. Başta Başbakan Özal olmak üzere, olayın ciddiyetinin farkında olan yönetici yoktu. Geçici yönetim sorumluluğundan, asli görevine dönen asker de hazırlıksızdı. O döneme kadar sadece NATO stratejisi gereği, kendisine Sovyet tehdidi karşısında verilen göreve göre tertiplenmiş, hazırlıklar yapmıştı. Irak ve Suriye'de yerleşmiş, güvenli bölgelerden gelen PKK, giderek büyüyen birimler halinde, daha ziyade kaçakçılığa ve sınırdan izinsiz geçişlere karşı görev yapmak üzere kurulmuş bölge karakolları ile karşı karşıya kaldı. Bu da uzun yıllar, Türk Silahlı Kuvvetleri gereken yapılanmaya gidip, önlemler alıncaya kadar, bölgede binlerce kayıp verilmesine sebep olacaktı. 1984'ten itibaren PKK'ya karşı sürdürülen mücadeleyi, gazeteci olarak, yakından izlemeye çalıştım. Bölgeye defalarca gittim. Bu mücadele türünün Türk ve yabancı uzmanlarıyla, sayısını hatırlamadığım kadar, konuşma yaptım. Genelkurmay'daki değişim ve gelişimi de yakından izledim. Böylece, o zamana kadar Türkiye'nin pek farkında olmadığı, Düşük Yoğunluklu Çatışma (DYÇ) adı verilen mücadele yöntemi ile, bir çok aşamadan sonra, 1990 ortalarında PKK'nın durdurulması mümkün oldu. TSK, kendi vatanında, bölge halkının da verdiği destek ile PKK terörünü, Batı uzmanlarının dediği gibi; kabul edilebilir şiddet düzeyine indirdi. 1999'da Öcalan'ın yakalanması ile de olayın noktalandığı düşünüldü. Cumhuriyet'in kuruluşunun ilk yıllarında karşılaşılan ve o günlerin dünya koşullarında en sert mücadele ile görece çabuk bastırılan, Kürt isyanlarından sonra, karşılaşılan bu dönem de sona ererken, TSK bu mücadele tarzında büyük deneyim kazanmıştı. Başarı ile noktalanan bu deneyimin temelinde iki önemli unsur yatıyordu. Bunlardan biri; PKK saldırıları karşısında günün koşullarına göre yeniden yapılandırılmış bölge karakolları ise, diğeri, çok daha önemli olanı; DYÇ'ye adapte olmuş, yeterli eğitimden geçirilmiş TSK unsurlarının oluşmasıydı. Bu unsurlar, bir kısmı yeterli komando eğitimi görmüş yedek subay ve erlerden oluşan, sayıları giderek artan kuvvetlerden, bir kısmı da o günlerde, en yetkili devlet adamlarının sözünü ettikleri, 'Özel Kuvvetler'den oluşacaktı. Ama o dönemde PKK'ya yaşamsal darbeyi indirip, bölgeyi kontrol altında tutmada en yaygın rolü, PKK'nın birimleri gibi kırsalda günlerce, üssüne dönmeden, kalıp yaşayabilen, savaşıp netice alabilen 15-20 kişilik komando timleri üstlenmişlerdi. Onların temizledikleri bölgelerde bırakılan yeterli kuvvetler ile de 'Alan Kontrolü' denilen başarılı uygulama gerçekleştiriliyordu. Özellikle Öcalan'ın yakalanmasından sonraki dönemde, ne zaman bir PKK saldırısını duysam, hep "Acaba o DYÇ konusunda uzmanlaşmış muvazzaf unsurlar şimdi ne yapıyor ?" diye düşünmüşümdür. Şimdi yaşanan seçim döneminde PKK terörünün başlayacağı biliniyordu. Bu defa terörün temelini, Irak'ta beş yıldır uygulanmakta olan, daha ziyade patlayıcıların kullanılmasına dayalı yöntemlerin oluşturacağının da herkes farkındaydı. Herhalde bunun için de önlemler alınıyordu. Ama şimdi, hiç beklenmeyen bir anda, TSK'nın, K.Irak'a girmeden önce kendi topraklarında yapacakları olduğunu, ABD yetkilileri söylerken, bir karakol baskınıyla yeniden eskiye dönüldüğü görüldü. Türkiye, bir görünür süreyi, şimdi karşı karşıya bulunduğu bir asimetrik savaş ile yaşamak zorunda. Bu tür savaşın profesyonel erlerinin, subaylarının ve komutanlarının bir an önce yetiştirilmesi için gerekenin yapılmakta olduğundan kuşku da duymamak gerekiyor. K.Irak operasyonu düşüncesini, bu aşamada bir yana bıraksak da.
M. Ali Kışlalı