Türkiye, dış politika tercihlerini Amerika Birleşik Devletleri'nin, Rusya'nın ya da Avrupa'nın dümen suyunda belirlemek zorunda mı?
En önemli ve ciddi olarak sorgulanması gereken konu bu aslında.
Türk Dış Politikası Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana farklı bir serencam gösterdi.
1923'ten 1930'ların sonlarına kadar Türkiye kendi milli politikasını, kendi değerleri ve siyasal talepleriyle özgülendirdi. Mustafa Kemal Atatürk'ün bunda büyük etkisi oldu. Ne Rusya'nın ne de Amerika ve Avrupa'nın müdahaleleri vardı. Kuvay-ı Milliye ruhuyla şahlandırılan iç politikanın dışa açık uygulamalarında epey yol katedildi. Türkiye kendi atılımlarını bölgedeki ülkelerle kurulan ittifaklarla sürdürme çabası gösterdi.
İran, Pakistan, Irak, Afganistan,Romanya ve Yunanistan'la bile işbirliğine gidildi.
Atatürk'ün ölümünden sonra 19550 ve1960'larda yükselen değer Amerikan taraftarlığı oldu.
İç politika uygulamalarından ekonomik yapılanmalara kadar adeta Küçük Amerika olmanın yolu açıldı. Amerika'nın tayin ettiği role talip olundu. NATO'da, Birleşmiş Milletler'de Rusya'nın yayılmacılığına karşı, komünist tehdite zırh çekebilme adına Amerika'nın çıkarlarına hizmet edildi. Türk askerinin Kore'de verdiği ağır zaiyatla tartışılmaya başlanan Amerikan etkinliği 1970'lerin sonlarına doğru sorgulanmaya başlandı. Bunda Kıbrıs Sorunu'nda yaşanan gelişmelerin büyük payı vardı.
Türkiye 80'lere doğru farklı arayışlarda bulundu. Rusya ile birlikte olunabilir miydi?
Komünist tehditin neresindeydik?
Yeni bir Rus istilası yaşanır mıydı?
"Yaşanmaz" diyen kesimlerin sempatisi artmaya başlarken, Türk iç politikasında çatırdamalar başladı. Sağ ve sol kamplaşmalara paralel olarak Sosyalist ideolojinin değişik fraksiyonlarını içselleştirir olduk.
Amerikan ağırlığının yanısıra içten içe ağırdan yürütülen Rus sempatizanlığı daha da arttı.
60'larda Amerikancılığa set çekmek için yapılan darbeden sonra 80'de Rusya'nın ağırlığına balta vuruldu.
Özal sonrası Hem Amerikancı, hem Avrupalı olmaya başladık.
Atatürk'le başladığı iddia edilen Avrupailik, Avrupa Birliği'ne tam üye olmakla hedefi tutturmuş olacaktı. Hedefe gerekenden fazla kilitlendikçe önümüzü ve çevremizi göremez olduk. Bizim için artık sadece Avrupa vardı. Bu hayalle Komşu ülkelere tepeden bakarak onları dışladık ve elimizle ittiğimiz ülkelerle eskiden kurduğumuz ittifaklara daha şüpheli bakmaya başladık.
Türk dış politikasının yalpalayarak giden ve sabit yönü bulunmayan öncelikleri zaman zaman duvara tosladı.
Amerika'nın stratejik ortaklığının bir kazanım vermediği, Rusya'nın emperyal niyetlerinin bitmediği, Avrupa'nın bize karşı samimi davranmadığı görüldü.
Yarım yüzyıldır sürdürülen üçlü ilişki masaya yatırılmaya başlandı.
Yeni arayışlara kalkışmak gerekiyordu, alternatif ittifaklaşmalar isteniyordu; ama türk idarecileri birilerinin , biryerlerinin engeline takılıyordu.
Pasifize edilen idarecilerin eli kolu bağlanmıştı.
Türkiye kendi bölgesinde kendi tercihlerini milli bir ruhla canlandırmak istiyordu lakin beceremiyordu.
Amerika'ya darılmayacak, Rusya ile kontrollu ilişki kuracak, Avrupa'yla da flörte devam edecektik.
Ulusal kimliklerini tamamlayan ülkelerin Global ve Bölgesel kutuplaşmalara gitmesi bizi hiç ilgilendirmiyordu.
Avrupa'nın Birliği'nde yer edinebilmek asıl amaçtı.
Üç büyük kutuba karşı mücadele edecektik ya da onların dümen suyuna kapılmaya devam edecektik.
İpleri kaptırmıştık bir kere.
En önemli ve ciddi olarak sorgulanması gereken konu bu aslında.
Türk Dış Politikası Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana farklı bir serencam gösterdi.
1923'ten 1930'ların sonlarına kadar Türkiye kendi milli politikasını, kendi değerleri ve siyasal talepleriyle özgülendirdi. Mustafa Kemal Atatürk'ün bunda büyük etkisi oldu. Ne Rusya'nın ne de Amerika ve Avrupa'nın müdahaleleri vardı. Kuvay-ı Milliye ruhuyla şahlandırılan iç politikanın dışa açık uygulamalarında epey yol katedildi. Türkiye kendi atılımlarını bölgedeki ülkelerle kurulan ittifaklarla sürdürme çabası gösterdi.
İran, Pakistan, Irak, Afganistan,Romanya ve Yunanistan'la bile işbirliğine gidildi.
Atatürk'ün ölümünden sonra 19550 ve1960'larda yükselen değer Amerikan taraftarlığı oldu.
İç politika uygulamalarından ekonomik yapılanmalara kadar adeta Küçük Amerika olmanın yolu açıldı. Amerika'nın tayin ettiği role talip olundu. NATO'da, Birleşmiş Milletler'de Rusya'nın yayılmacılığına karşı, komünist tehdite zırh çekebilme adına Amerika'nın çıkarlarına hizmet edildi. Türk askerinin Kore'de verdiği ağır zaiyatla tartışılmaya başlanan Amerikan etkinliği 1970'lerin sonlarına doğru sorgulanmaya başlandı. Bunda Kıbrıs Sorunu'nda yaşanan gelişmelerin büyük payı vardı.
Türkiye 80'lere doğru farklı arayışlarda bulundu. Rusya ile birlikte olunabilir miydi?
Komünist tehditin neresindeydik?
Yeni bir Rus istilası yaşanır mıydı?
"Yaşanmaz" diyen kesimlerin sempatisi artmaya başlarken, Türk iç politikasında çatırdamalar başladı. Sağ ve sol kamplaşmalara paralel olarak Sosyalist ideolojinin değişik fraksiyonlarını içselleştirir olduk.
Amerikan ağırlığının yanısıra içten içe ağırdan yürütülen Rus sempatizanlığı daha da arttı.
60'larda Amerikancılığa set çekmek için yapılan darbeden sonra 80'de Rusya'nın ağırlığına balta vuruldu.
Özal sonrası Hem Amerikancı, hem Avrupalı olmaya başladık.
Atatürk'le başladığı iddia edilen Avrupailik, Avrupa Birliği'ne tam üye olmakla hedefi tutturmuş olacaktı. Hedefe gerekenden fazla kilitlendikçe önümüzü ve çevremizi göremez olduk. Bizim için artık sadece Avrupa vardı. Bu hayalle Komşu ülkelere tepeden bakarak onları dışladık ve elimizle ittiğimiz ülkelerle eskiden kurduğumuz ittifaklara daha şüpheli bakmaya başladık.
Türk dış politikasının yalpalayarak giden ve sabit yönü bulunmayan öncelikleri zaman zaman duvara tosladı.
Amerika'nın stratejik ortaklığının bir kazanım vermediği, Rusya'nın emperyal niyetlerinin bitmediği, Avrupa'nın bize karşı samimi davranmadığı görüldü.
Yarım yüzyıldır sürdürülen üçlü ilişki masaya yatırılmaya başlandı.
Yeni arayışlara kalkışmak gerekiyordu, alternatif ittifaklaşmalar isteniyordu; ama türk idarecileri birilerinin , biryerlerinin engeline takılıyordu.
Pasifize edilen idarecilerin eli kolu bağlanmıştı.
Türkiye kendi bölgesinde kendi tercihlerini milli bir ruhla canlandırmak istiyordu lakin beceremiyordu.
Amerika'ya darılmayacak, Rusya ile kontrollu ilişki kuracak, Avrupa'yla da flörte devam edecektik.
Ulusal kimliklerini tamamlayan ülkelerin Global ve Bölgesel kutuplaşmalara gitmesi bizi hiç ilgilendirmiyordu.
Avrupa'nın Birliği'nde yer edinebilmek asıl amaçtı.
Üç büyük kutuba karşı mücadele edecektik ya da onların dümen suyuna kapılmaya devam edecektik.
İpleri kaptırmıştık bir kere.
Cevat Kışlalı / diğer yazıları
- Suikastın geri planı / 09.05.2006
- Sessizliğin sesi / 28.03.2006
- 8 Mart Dünya Kadınlar Günü / 08.03.2006
- Hangi ittifak, hangi kadın? / 26.01.2006
- Varoluş mücadelesi / 24.01.2006
- Bu M.E.M'leket bizim / 01.12.2005
- Çözüm mü dediniz? / 27.11.2005
- Bağımsız Türkiye / 04.11.2005
- Bağımsız Türkiye / 21.10.2005
- Felaket kapıda / 19.10.2005
- Sessizliğin sesi / 28.03.2006
- 8 Mart Dünya Kadınlar Günü / 08.03.2006
- Hangi ittifak, hangi kadın? / 26.01.2006
- Varoluş mücadelesi / 24.01.2006
- Bu M.E.M'leket bizim / 01.12.2005
- Çözüm mü dediniz? / 27.11.2005
- Bağımsız Türkiye / 04.11.2005
- Bağımsız Türkiye / 21.10.2005
- Felaket kapıda / 19.10.2005