Başbakan Davutoğlu, Kut-ül Ammare Zaferi'nin 100.yılı dolayısıyla yaptığı açıklamada "Ya Kut-ül Amare kazanacak ya Sykes Picot. Bütün meselemiz bölgeyi bütünleştirmek" diyor.
Uygulanan politika ile bölgeyi bütünleştirmenin imkânı yok. Tam tersine bölgeyi "darmadağın, paramparça" bir hale getirdik. Müslümanları, farklı mezhep ve düşünce sahiplerini bir birine düşürdük. Boynunda asılı duran TIR rezaletinden kurtulamayan Türkiye, nasıl bölgeyi birleştirebilir ki?
Gelelim Kut-ül Ammare Savaşı'na. Kut-ül Amare'de, kuşatma altında tuttuğumuz İngiliz birliklerinin komutanı General Townshend ve askerlerin büyük bir darbe vurduğumuz doğrudur. İngiliz ordusu 25 Nisan 1916'da komutanları Townshend'le birlikte teslim oldular.
174 gün süren kuşatma, İngilizler 1000 ölü, 7000 yaralı ve 731 de vefat (tifo, skopit, açlık) nedeniyle insan kaybına uğramış, 5 general, 3000 İngiliz, 7000 Hintli ve 3300 sivil silahları ile birlikte teslim olmuştu.
Teslim olan generallerden Townshend'in Osmanlı tarihindeki gizli ve önemli rolü çoğu kişi tarafından bilinmez.
Zira savaş meydanında zafer kazanan ve İngiliz generali esir alan Osmanlı, esareti döneminde bu İngiliz generale adeta "esir olmuştur!" Önünde el pençe divan durmuş, her dediğin yapmış, esir alan değil esir olan taraf gibi davranmıştır.
Esir alınıp İstanbul'a getirilen Townshend, Büyükada'ya yerleştirilir. Osmanlı başkentinde emrine verilen hizmetçilerle büyük bir ferah içinde yaşayan İngiliz general, imparatorluğun son günlerindeki siyasi, askeri ve diplomatik gelişmeleri yakından takip eder. Osmanlı siyasi ve askeri bürokrasisi Townshend'i sık sık ziyaret eder, "değerli bilgilerine!" başvururlar.
İngiliz general esir kaldığı sürece Osmanlı idarecilerinin önemli askeri bilgileri, hatta sırları kendisine aktardığını da anlatır. Buna göre Kut-ül Amare'de devam eden savaş, günü gününe İngiliz generale aktarılmakta, Osmanlı ordusunun Kut'tan çekilmeye başladığı, İngilizlerin bu cepheyi ele geçirmek üzere olduğu bilgisi "esir generale!" aynen sunulmaktadır:
Esirimiz olan bir İngiliz ile her türlü içli dışlı görüşmeler, askeri sırları aktarmalar şeklinde devam eden samimiyet, Osmanlı'nın savaşı kaybettiğinin belli olduğu süreçte daha da vahim bir özellik kazanacaktır
Bu süreçte de Osmanlı idarecileri itilaf devletleriyle yapılacak anlaşma için "esirden yardım ve merhamet dilenme" noktasına gelecekler, Mondros Mütarekesi'nin hangi çerçevede imzalanması gerektiği hususunu "İngiliz Esir Townshend'e" soracaklardı!
"3 Ekim 1918'de beni telgrafla öğle yemeğine davet eden Mısırlı Aziz Paşa'nın Tarabya'daki köşküne gittim. Yemek arasında meseleyi (İngilizlerle anlaşma meselesi, M.B) tartışırken gerekli yardımı yapabilmek için bu konuda tam bir özgürlük isteyeceğimi Aziz Paşa'ya söyledim. Gerek Osmanlı Avrupa'sı ve gerekse Türkiye Avrupası'nda toprak iltihak etmemek için İngilizlerden vaat alabileceğimi umduğumu, fakat Türkiye'nin Çanakkale'yi açmaları ve İstanbul'un serbest bir liman durumuna getirilmesinin gerektiğini anlattım. Ayrıca Hicaz'ın İngiltere'nin sorumluluğuna verilmesi gerektiğini söyledim.
İki üç aydan beri konuştuğum Türkler -ki bunların büyük kısmı nüfuz sahibi idi- kendileri için tek kurtuluş umudunun İngilizlerle yapınacak barış olduğunu sürekli söyler ve bu konuda fırsatı hiç kaçırmazdım.
Ekim ayının on ikisinde Büyükada'daki bahçedeyken Enver-Talat Paşa kabinesinin düşüşünü ve yeni kabinede Müşir İzzet Paşa'nın Sadrazam ve Harbiye Nazırı olacağını öğrendim. Derhâl İzzet Paşa'ya bir mektup yazarak bir görüşme talep ettim. Düşündüm ki, zaman geçirilmeye uygun değildir. Bahriye Nezareti'ne atanan, bir arkadaş gibi iyi tanıdığım Rauf Bey'e on beş Ekim'de bir mektup yazarak esaretim sırasında gördüğüm hoş ve şerefli muameleye karşılık olarak, İngiltere ile görüşmelere girişildiği takdirde Osmanlı hükümetine yardım etmeye hazır olduğumu bildirdim.
Bu mektubum Bahriye Nazırı Rauf Bey'in iyi bir dostu olan ve başlangıçta kendisini bana tanıttıran Tevfik Bey tarafından götürüldü.
16 Mart gecesi Tevfik Bey, Mareşal İzzet Paşa'nın tebligatıyla birlikte İstanbul'dan döndü. İzzet Paşa, ertesi gün 2.30'dan sonra beni Babı Ali'de bekliyordu. Bunun üzerine Tevfik Beyle birlikte İstanbul'a gittim. Beni Büyükada'dan İstanbul'a götüren istimbotun kamarasındayken cep defterime önermekte olduğum şartları kaydetmiştim:
1.Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının İngiliz donanmasına açılması.
2.Irak ve Suriye'de otonomi yönetimi kurulması.
3.Aynı şartların Kafkasya'da uygulanması.
4.Avrupa'daki Türk sınırlarının Londra Anlaşması'nda belirlenerek düzeltildiği gibi kalması.
5.İngiliz ve Hint savaş esirlerinin derhal serbest bırakılması."
(Muharrem Bayraktar, Maskeler Düştü, sf.40)
"İngiliz esir", daha mütareke görüşmeleri başlamadan evvel Osmanlı idaresini avucunun içine alacak, onlara anlaşmanın şartlarını dayatacak, Bahriye Nazırı Rauf Orbay ve İzzet Paşa'dan "İstanbul'u serbest bir liman yapmaya hazırız!" sözünü alarak ve bunu da hatıratına "Çanakkale, Gelibolu ve Boğaziçi'nin İngilizlerin elinde bulunmasındaki büyük faydalar, sevk ve idare ile birlikte bütün Türkiye'nin elimizde olması anlamına gelmektedir" diye yazarak sevinç çığlıkları atacaktır.
Yani Osmanlı heyeti mütareke imzalamak için Limni Adası'na gittiğinde "Büyükada'da esir tutulan, etrafında el pençe divan durulan, bir dediği iki edilmeyen" İngiliz Esir" vasıtasıyla Osmanlı devleti zaten teslim edilmişti.
Ellerindeki "esir batılıya" esir düşen, Osmanlı'nın hali, Davutoğlu'na duyurulur!