Türban konusunun yeniden gündeme gelmesi karşısında, toplumun büyük bir kesiminin olduğu gibi, bizim de düşüncemiz, Türkiye'nin bu sorunu "akıl, hukuk ve sağduyu" ile çözerek yeni bir toplumsal barış zemininin oluşacağı şeklinde idi.
Ama süreç böyle gelişmedi. Yargıtay 8. Ceza Dairesi "türbanla ilgili" olarak "şok edici" bir ifade kullandı.
Yargıtay, bir yazı hakkında, İstanbul DGM Cumhuriyet Savcılığı'nın beraat kararını temyiz etmesini oybirliği ile bozdu.
Bozma gerekçesinin bir bölümünde şu ifade yer alıyor:
"Yazıda, toplumun kimi kesimlerince laikliğe karşı zaman zaman başkaldırı simgesi olarak da kullanılan türbanın, hukukun gereği olarak kamu alanında takılmasına karşı çıkanlar düşman ilan edilerek..."
Yargıtay'a göre türban kullananlar "zaman zaman" bunu bir başkaldırı simgesi olarak takıyorlar.
Yargıtay'ın bu tespiti çok önemli ve ciddiye alınması gereken bir tespittir.
"Bu "tespit" doğru mudur? Türban takanlar bir başkaldırı amacı mı güdüyorlar?" soruları, öncelikli olarak "delilleri ile birlikte" cevaplanması gereken sorulardır.
Hukuk "delile" dayanır, "zanna" dayanmaz.
Türkiye'de "türban konusunu" siyasi rant aracı olarak kullanmak isteyen politikacılar ve çıkar çevreleri her zaman olmuştur.
Bundan sonra da olacaktır.
Ama türbanın bir başkaldırı, bir isyan olayı olduğu, hangi "delillere, bilgilere, verilere" dayanılarak ortaya konulmaktadır?
Bugüne kadar "türban kullanarak isyana kalkıştığı, türbanı bir kalkışma hareketine bayrak olarak sembolize ettiği", asayiş kuvvetlerince ya da hukuki bir kararla tescillenen kaç kişi vardır?
Bu olayları çok yakından takip eden bir gazeteci olarak, "türban takarak başkaldırı suçu işleyen" tek bir kişi dahi olduğunu hatırlamıyorum.
Eğer bir başkaldırı olayı var ise, bu eylemin "failleri" neden yoktur?
Devletin, istihbaratın, hukukun görevi, bu "başkaldıranları" hukuk önünde hesaba çekecek mekanizmaları devreye sokmak değil midir?
28 Şubat sürecinde bile "türban taktığı için başkaldırdığı hukuken tescil edilmiş" tek bir kişinin olmadığı bir ülkede, "baş örtülen bir bez ile, başkaldırma" kelimelerinin Yargıtay mütaalasında bir arada kullanılması, tüylerimi diken diken ediyor.
Bu yazıyı kaleme alırken bir başörtüsü mağduru olan Leyla Şahin'in haberi çarptı gözüme.
Leyla Şahin, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden türban yasağı nedeniyle ayrılarak eğitimine Viyana'da devam etmiş. Ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de "türban mağduru" olarak dava açmış.
Gazeteci Safile Usul soruyor Leyla'ya:
"Türban yüzünden Türkiye'ye kırgın mısınız?"
Leyla'nın cevabı:
"Kırgınlık denemez ama bu çok üzücü bir olay. Ülkemi dava ediyor durumunda olmak istemezdim. Ama mecbur ettiler".
Biz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne Türkiye aleyhine dava açan pek çok kişinin, pek çok marjinal ideoloji mensubunun Türkiye hakkında ağır hakaretlerine alıştık. Ama Leyla çok farklıydı. Leyla, ülkesini kucaklayan bir haldeydi. Leyla, "ülkesini dava etmenin burukluğunu" söylerken belki de doluyordu.
1998 yılının Mayıs ayında Meltem TV'de yaptığım bir diyalog programında "Gençlik ve şiddet" konusunu ele almıştım.
Programda LDP, CHP, MHP'den genç temsilcilerin yanı sıra, tarihçi İsmet Bozdağ da vardı.
Leyla Şahin de o programın konuklarındandı.
Söz alan gençler; birbirlerine, eğitim sistemine, siyasete ağır eleştirilerde bulundular. Ortalık toz dumandı.
Söz Leyla Şahin'e geldi. Leyla, o dönemde başörtüsünden dolayı okula alınmıyordu.
Dedi ki:
"Ben buradaki gençler gibi devlete, sisteme, şuna buna saldırmayacağım. Bu devlet benim devletim. Benim sorunumun kavga ile değil, sağduyu ile halledileceğine inanıyorum. Sizin sorunlarınız da böyle halledilecektir".
1998 yılında bir başörtüsü mağduru olarak "devlete sahip çıkan Leyla "4 yıl sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Türkiye aleyhine dava açarken de "ülkesine dava açmaktan duyduğu üzüntüden" bahsediyor, "ülkeme kırgın değilim" diyordu.
Keşke, AİHM'ne hiç başvurmasa idi. Keşke, Türkiye'yi Avrupa'da dava eden bir konuma düşmese idi.
Keşke, bu ülkenin sorunlarının bu ülke içinde halledilmesi gerektiğine dair umudunu yitirmeseydi. Ama bu umudunu yitirdiğinde bile "ülkem, vatanım" diyordu. Bu tavır bence çok önemsenmesi ve irdelenmesi gereken bir tavırdır.
Toplumbilimciler, siyasetçiler, hukukçular, üniversiteler; Leylaları kazanmanın, Leylaları devlete millete kazandırmanın hesabı içinde olmalıdırlar artık.
Bu devlete, bu millete, bu bayrağa şu veya bu sebeple, şu veya bu gerekçeyle başkaldırı hesabı içinde olanlarla "en önce biz hesaplaşırız".
Millet bu hesabı fena sorar.
Ama başörtüsünün, bir başkaldırı unsuru olarak kullanıldığını söyleyen mahkemenin geçen yıllar içinde "bu başkaldırı suçundan mahkum olmuş tek bir kişinin dahi olmadığı" gerçeğini görmesi gerekir.
Var idi ise, bu suçu hangi kızların, kadınların işlediğinin, bu konuda hangi istihbari ya da sosyolojik raporların olduğunun topluma açıklanması gerekirdi bugüne kadar.
Dini ve dinî rituelleri kullanarak başkaldıranları hesaba çekelim; tamam da kim bunlar, neredeler, ne iş yaparlar?
Bilmek hakkımız değil mi? Biz göremiyoruz da..