Cesur ÇAÇA
Bıktım artık bu çirkef dünyadan, bir an önce ölmek istiyorum' diyerek her sabah doğan sımsıcak güneşe bile soğuk bakan, hayata adeta küsmüş insan portreleri giderek kalabalıklaşıyor. Tabii olarak, hepimiz günü ve saati geldiğinde ebedi olan sonsuz aleme, ölüm aracılığıyla geçiş yapacağız. Bir başka ifadeyle her insan, ölüm meleğiyle kabul etsin veya etmesin, sevsin sevmesin, korksun korkmasın mutlaka tanışacaktır. Konuya bu cepheden yaklaşıldığı zaman girişte bahsedilen 'isyankar insan portresi' cazibesini yitirmiş oluyor. Çünkü, "boyası dökülmüş" ve çoğu kez "yalancı" diye tanımlanan dünyada istesek de bize verilen süreden daha fazla kalamayacağımız aşikardır. Peki, kendi kendinden uzaklaşan insanın çevresindeki tüm değerlere ters düşerek ölümü çıkış yolu olarak görmesi pratikte nasıl bir denklemdir. İnanan insanlar mevzubahis olduğuna göre ölüm, ancak hayatı en iyi şekilde yaşamış fertler için "eşsiz bir başlangıç" olacaktır. Nitekim tasavvuftaki aşk ve sevda ekolünün önemli muallimlerinden Mevlana, öleceği geceyi Şeb-i Aruz (düğün gecesi) olarak tanımlamaktadır. Mevlana ve Mevlana gibi hayattayken bu kazanımı elde etmiş insanlar için ölüm tabii ki bir düğün gecesidir. Ancak, yaşamı boyunca ne kendi için, ne de toplum için bir çivi dahi çakmamış bir kişinin yaşadığı dert ve sıkıtınlar nedeniyle ölümü arzu etmesi pekte akıl karı olmasa gerek. Bu tarz düşünceye sahip olan insanların aslında ölümsüzlüğü tercih ettiği halde ölüme susamış rolünde olması büyük bir kaçışın habercisidir. Şu gerçeğin de altını çizmek gerekir ki, tüm kaçışların sonu yine aynı yere varıyor. Bu nedenle ölüme hazır olmadan, ölümü bir çıkış olarak görmek dipsiz bir kuyuya düşmek anlamına geliyor. Zerre ağırlığındaki en ufak bir hatanın dahi hesabını vereceğini bilen bir insan, eğer ki ölümü bekliyorsa O'na, ancak gıpta edilir, ama böyle bir hazırlık söz konusu değilse faturayı ödemenin ne denli ağır olacağını herkes aşağı yukarı tahmin etmektedir.
Dert ve keder, tıpkı sevinçler gibi biz insanoğlu için vardır. Zaman zaman, üzerimizdeki ağırlığı artan ve bazen bizi boğacakmış gibi hissettiğimiz sıkıntılardan kaçmak yerine, çıkış formülleri üretmek en sağlıklı çözüm olacaktır. Evet, ölüm meleği gelmeden, unutulan gerçekler gözümüzün önüne yaklaştırılmadan dönüş yapılmalıdır. Ölüm meleği geldiğinde korku ve ürpertinin soğukluğunu yaşamak istemeyen, tam tersi büyük bir ülfet ve sevinçle o geçişi yapmak isteyen her fert, bu realiteleri bir kez daha gözden geçirmelidir. Belki de ezel kadar uzak gözüken ölümün, aslında pek yakınımızda dolaştığını ve her an bizleri enseleyebileceğini, çevremizde beklenmedik anda hayata veda eden insanlardan öğrenmiş olmamız gerekiyor. Gelecek !
Bir gün mutlaka kapımızı çalıverecek. Vakit varken ölümün bizi karanlık mahzenlere değil, meleklerin dahi olmak isteyecekleri bir yere alıp götürmesi için elimizdeki fırsatları iyi değerlendirelim. Unutulmamalıdır ki avuçlarımızın içinden kayıp giden her saniye bizleri "azad olmuş diyarlara" bir adım daha yaklaştırmaktadır.
Bıktım artık bu çirkef dünyadan, bir an önce ölmek istiyorum' diyerek her sabah doğan sımsıcak güneşe bile soğuk bakan, hayata adeta küsmüş insan portreleri giderek kalabalıklaşıyor. Tabii olarak, hepimiz günü ve saati geldiğinde ebedi olan sonsuz aleme, ölüm aracılığıyla geçiş yapacağız. Bir başka ifadeyle her insan, ölüm meleğiyle kabul etsin veya etmesin, sevsin sevmesin, korksun korkmasın mutlaka tanışacaktır. Konuya bu cepheden yaklaşıldığı zaman girişte bahsedilen 'isyankar insan portresi' cazibesini yitirmiş oluyor. Çünkü, "boyası dökülmüş" ve çoğu kez "yalancı" diye tanımlanan dünyada istesek de bize verilen süreden daha fazla kalamayacağımız aşikardır. Peki, kendi kendinden uzaklaşan insanın çevresindeki tüm değerlere ters düşerek ölümü çıkış yolu olarak görmesi pratikte nasıl bir denklemdir. İnanan insanlar mevzubahis olduğuna göre ölüm, ancak hayatı en iyi şekilde yaşamış fertler için "eşsiz bir başlangıç" olacaktır. Nitekim tasavvuftaki aşk ve sevda ekolünün önemli muallimlerinden Mevlana, öleceği geceyi Şeb-i Aruz (düğün gecesi) olarak tanımlamaktadır. Mevlana ve Mevlana gibi hayattayken bu kazanımı elde etmiş insanlar için ölüm tabii ki bir düğün gecesidir. Ancak, yaşamı boyunca ne kendi için, ne de toplum için bir çivi dahi çakmamış bir kişinin yaşadığı dert ve sıkıtınlar nedeniyle ölümü arzu etmesi pekte akıl karı olmasa gerek. Bu tarz düşünceye sahip olan insanların aslında ölümsüzlüğü tercih ettiği halde ölüme susamış rolünde olması büyük bir kaçışın habercisidir. Şu gerçeğin de altını çizmek gerekir ki, tüm kaçışların sonu yine aynı yere varıyor. Bu nedenle ölüme hazır olmadan, ölümü bir çıkış olarak görmek dipsiz bir kuyuya düşmek anlamına geliyor. Zerre ağırlığındaki en ufak bir hatanın dahi hesabını vereceğini bilen bir insan, eğer ki ölümü bekliyorsa O'na, ancak gıpta edilir, ama böyle bir hazırlık söz konusu değilse faturayı ödemenin ne denli ağır olacağını herkes aşağı yukarı tahmin etmektedir.
Dert ve keder, tıpkı sevinçler gibi biz insanoğlu için vardır. Zaman zaman, üzerimizdeki ağırlığı artan ve bazen bizi boğacakmış gibi hissettiğimiz sıkıntılardan kaçmak yerine, çıkış formülleri üretmek en sağlıklı çözüm olacaktır. Evet, ölüm meleği gelmeden, unutulan gerçekler gözümüzün önüne yaklaştırılmadan dönüş yapılmalıdır. Ölüm meleği geldiğinde korku ve ürpertinin soğukluğunu yaşamak istemeyen, tam tersi büyük bir ülfet ve sevinçle o geçişi yapmak isteyen her fert, bu realiteleri bir kez daha gözden geçirmelidir. Belki de ezel kadar uzak gözüken ölümün, aslında pek yakınımızda dolaştığını ve her an bizleri enseleyebileceğini, çevremizde beklenmedik anda hayata veda eden insanlardan öğrenmiş olmamız gerekiyor. Gelecek !
Bir gün mutlaka kapımızı çalıverecek. Vakit varken ölümün bizi karanlık mahzenlere değil, meleklerin dahi olmak isteyecekleri bir yere alıp götürmesi için elimizdeki fırsatları iyi değerlendirelim. Unutulmamalıdır ki avuçlarımızın içinden kayıp giden her saniye bizleri "azad olmuş diyarlara" bir adım daha yaklaştırmaktadır.