Mütedeyyin Müslüman-Türk gönlümce ölümünün 99. yılında Mehmet Akif'i yâd edeceğim. Allah rahmet eylesin...
Maalesef günümüzde üzeri örtülmeğe çalışılan, unutturulmaya çalışılan bir vatanperveri, bir milliyetperveri -anlatmaya değil hâşâ-, bir Yol-Başçı'yı hatırlatmaya çalışacağım.
Mehmet Akif'in; "Güvenilir ve ardından gidilir. Sevilmeye, hatta övünülmeye layık kahraman ve faziletli bir Kardeş" diye tarif ettiği, Eşref Sencer Kuşçubaşı'ya bir mektubunu paylaşacağım.
Bilindiği gibi Kuşçubaşı, Teşkilat-ı Mahsusa'nın yani bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı'nın kurucularından olan bir Millî fedai...
Teşkilat-ı Mahsusa; Cihan Harbinin dışında kalınamayacağını görünce, Devleti en az zararla kurtarabilmenin yollarını ve çarelerini arar. Mehmet Akif de Teşkilat-ı Mahsusa'nın etkili ve en aktif fedailerindendir...
Mehmet Akif ile Eşref Sencer arasında bir, "manevi intibak hedefi" yani, çevre ile uyum sağlamak gayreti vardı. Akif'e göre; "İslâm alemi, kendisini bölüp parçalayan yabancı propagandalarını kendi insanları vasıtasıyla yapmaktaydı! Hatta, kendi içinde bir çokları İsrailiyat'la karışmış mezhep kavgalarına rağmen, büyük bir kuvvetin manevi bayrağı altında toplanabilir" i..
Bu birlik siyasi bir birlik olmasa da; "Hiç olmazsa inanç birliği çevresinde birleşen Müslüman Türklüğe yönelmiş saldırıların, imha hareketlerinin içine katılmaz, hatta İslam'la Türklüğün dayanışmasını (tesanüdünü) bir gün fikri sahadan, siyasi sahaya getirebilir"di..
Tam yeri gelmişken; Mehmet Akif'ten yüz yıl sonra, aynı gayret ve inançla Müslüman Türklüğe sahiplenen, Hünkâr Hacı Bektaş'ça muhabbet kazanında İslam'la Türklüğü yeniden yoğurmaya çalışan; "Türkoğlu Türk'üm" derken duyan herkesi, mensubiyetiyle iftihar ettiren Prof. Dr. Haydar BAŞ'ı, gönlümün Türk tarafının niye kıskanırcasına sevdiğini de bir daha vurgulamış olayım...
Size aktaracağım mektup 18 Mayıs 1931 (1 Muharrem 1350) tarihli. Mehmet Akif, Mısır'da Eşref Beğ de bitip tükenmez seyahatlerinin birinde Almanya'dadır. Mektubu okuyalım:
"Kardeşim, iki gözüm Eşrefciğim.
Mektupların muntazam surette geliyor. Bundan dolayı sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Cenab-ı Hak seni de, çoluğunu çocuğunu da afiyetten saadetten ayırmasın.
Hakikat o hikaye ettiğin adamcağız pek doğru söylüyor. Çok maskara şeylermişiz! Utanmak, yüzümüzü örten incecik bir riya perdesi imiş! ...
Garblılar o nâmütenahi (sonsuz-sınırsız) kuvay-ı maddiyelerine (maddî güçlerine) rağmen, "ahlak sukutuna (düşkünlüğüne) çare bulamazsak mahvımız muhakkaktır" diye feryad ediyorlar. Biz şarklılar bu zaafımızla beraber, onların kaçmak kurtulmak istedikleri uçuruma doğru doludizgin koşuyoruz. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh...
Nedir bu matbuatın hali?
Öyle resimler basılıyor, öyle hikayeler yazılıyor ki, bunları okuyabilmek, seyredebilmek için insanda edeb denilen hayâ denilen devletliden zerre kadar nasîb olmamak icab eder!
Meselâ bundan otuz sene evvel, kırk sene evvel efrâd-ı ümmetten (millet ferdinden) birinden pek şenî (kötü, çirkin) bir rezalet sâdır olursa (ortaya çıkarsa); 'İnsan bu kadar alçak olabilirmiş, insanlık bu derekelere (aşağılık derecelere) inermiş' dedirtmemek için o şenâeti (çirkin kötülüğü) gazetelere yazmak şöyle dursun, ağza almaktan çekinirlerdi. Şimdiki hikâyelerin, romanların birçoğuna mevzu teşkil eden (oluşturan) vak'alar (olaylar) hep o mahiyetteki (içerikteki) şeyler.
Evvelleri seneler koşuyorken, henüz ne dünya için, ne ukbâ için bir hayırlı iş görmedim diye müteessir oluyordum (üzülüyordum). Halbuki artık yaşımın elli sekiz, elli dokuza vardığını gördükçe; 'Ne âlâ, yakında tası-tarağı toplayacağım' diyorum, hem de seviniyorum.
Evet! İnsan hâlin (ânın) her türlü şedâidine (şiddetli kötülüğüne) katlanır amma istikbalde bir ışık görmek şartiyle...
Yoksa yarının daha karanlık, öbür günün ondan da berbad olacağını gün gibi görürken, yaşamak pek arzu olunur bir şey değil.
"Sebilü'r-Reşâd"ı (Akif'in çıkardığı dergi) çıkarırken, şuraya buraya koşarken oldukça mütesellî (avunan, teselli bulan) idim. Hisseme düşen vazifeyi ifa ediyorum, insan çalışmak ile mükellef (sorumlu), muvaffak olmakla değil diyordum.
Lâkin şimdi elim ayağım bağlı oturdukça büsbütün sinirleniyorum; 'Senin Sebilü'r-Reşad çıksa, her hafta şiirler yazsan, makaleler yazsan, bağırsan çağırsan bu cereyanların istikametini mi değiştireceksin, şiddetini mi azaltacaksın?' Suali pek haklı olmakla beraber, ben bu atâleti (tembelliği) hiç sevemiyorum, hiç hoş göremiyorum.
Hikâye meşhurdur ya: Karıncaya; 'Nereye gidiyorsun?' demişler; 'Hicaz'a' demiş. 'Hiç bu bacaklarla Mekke'yi bulabilir misin?' mülâhazasını ileri sürmüşler. O da; 'Hiç olmazsa yolunda olsun ölürüm ya' cevabını vermiş.
Gaye uğrunda çalışmak, didinmek, nihayet ölmek!.. Ah ne güzel meşgale (uğraş), o ne hoş eğlence, o ne mes'ut hâtime (bitiş) imiş. Ben onu şimdi adamakıllı hissediyorum.
Acaba yine o günler gelecek mi? Yine gayemiz uğrunda canımızla, başımızla çalışabilecek miyiz? Çıkmayan canda ümit var derler değil mi Kardeşim?
Allah büyük, elbette bizim de âtıl âtıl (tembel tembel) oturmaktan kurtulacağımız günler gelecektir.
Refikam gerek sana, gerek Hanımefendiye arz-ı hürmet ediyor. Emin ile Tahir ellerinizden öpüyorlar. Ben de Hanımefendiye ihtiramlarımı takdim ederim. Feridun ile Cuyab'ın gözlerini öperim, iki gözüm Kardeşim Eşref'im..
1 Muharrem 1350
Kardeşin Mehmet Akif."
Mektubun köşesinde şu not var; "Bugün Sene-i Kameriye'nin (Kamer yılının) iptidası (başlangıcı), inşallah Ümmet-i Muhammed hakkında hayırlı olur."
Miladi bir seneyi daha bitirmek üzere olduğumuz bugünlerde Akif'e rahmet olsun. Akif'ten ve onun can acıtan bu mektubundan bahsettiren Allah'ıma şükürler olsun.Bilvesîle, bizi bu güzel ve nezih ortamda buluşturan "Gönül Adam"a da selamlar, saygılar olsun, ömrüne bereket olsun..
"OLAMAZ TÜRK'E BAŞ, TÜRK'ÜM DEMEYEN" Vesselâm...
Selâm, sevgi, duâ...
Maalesef günümüzde üzeri örtülmeğe çalışılan, unutturulmaya çalışılan bir vatanperveri, bir milliyetperveri -anlatmaya değil hâşâ-, bir Yol-Başçı'yı hatırlatmaya çalışacağım.
Mehmet Akif'in; "Güvenilir ve ardından gidilir. Sevilmeye, hatta övünülmeye layık kahraman ve faziletli bir Kardeş" diye tarif ettiği, Eşref Sencer Kuşçubaşı'ya bir mektubunu paylaşacağım.
Bilindiği gibi Kuşçubaşı, Teşkilat-ı Mahsusa'nın yani bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı'nın kurucularından olan bir Millî fedai...
Teşkilat-ı Mahsusa; Cihan Harbinin dışında kalınamayacağını görünce, Devleti en az zararla kurtarabilmenin yollarını ve çarelerini arar. Mehmet Akif de Teşkilat-ı Mahsusa'nın etkili ve en aktif fedailerindendir...
Mehmet Akif ile Eşref Sencer arasında bir, "manevi intibak hedefi" yani, çevre ile uyum sağlamak gayreti vardı. Akif'e göre; "İslâm alemi, kendisini bölüp parçalayan yabancı propagandalarını kendi insanları vasıtasıyla yapmaktaydı! Hatta, kendi içinde bir çokları İsrailiyat'la karışmış mezhep kavgalarına rağmen, büyük bir kuvvetin manevi bayrağı altında toplanabilir" i..
Bu birlik siyasi bir birlik olmasa da; "Hiç olmazsa inanç birliği çevresinde birleşen Müslüman Türklüğe yönelmiş saldırıların, imha hareketlerinin içine katılmaz, hatta İslam'la Türklüğün dayanışmasını (tesanüdünü) bir gün fikri sahadan, siyasi sahaya getirebilir"di..
Tam yeri gelmişken; Mehmet Akif'ten yüz yıl sonra, aynı gayret ve inançla Müslüman Türklüğe sahiplenen, Hünkâr Hacı Bektaş'ça muhabbet kazanında İslam'la Türklüğü yeniden yoğurmaya çalışan; "Türkoğlu Türk'üm" derken duyan herkesi, mensubiyetiyle iftihar ettiren Prof. Dr. Haydar BAŞ'ı, gönlümün Türk tarafının niye kıskanırcasına sevdiğini de bir daha vurgulamış olayım...
Size aktaracağım mektup 18 Mayıs 1931 (1 Muharrem 1350) tarihli. Mehmet Akif, Mısır'da Eşref Beğ de bitip tükenmez seyahatlerinin birinde Almanya'dadır. Mektubu okuyalım:
"Kardeşim, iki gözüm Eşrefciğim.
Mektupların muntazam surette geliyor. Bundan dolayı sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Cenab-ı Hak seni de, çoluğunu çocuğunu da afiyetten saadetten ayırmasın.
Hakikat o hikaye ettiğin adamcağız pek doğru söylüyor. Çok maskara şeylermişiz! Utanmak, yüzümüzü örten incecik bir riya perdesi imiş! ...
Garblılar o nâmütenahi (sonsuz-sınırsız) kuvay-ı maddiyelerine (maddî güçlerine) rağmen, "ahlak sukutuna (düşkünlüğüne) çare bulamazsak mahvımız muhakkaktır" diye feryad ediyorlar. Biz şarklılar bu zaafımızla beraber, onların kaçmak kurtulmak istedikleri uçuruma doğru doludizgin koşuyoruz. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh...
Nedir bu matbuatın hali?
Öyle resimler basılıyor, öyle hikayeler yazılıyor ki, bunları okuyabilmek, seyredebilmek için insanda edeb denilen hayâ denilen devletliden zerre kadar nasîb olmamak icab eder!
Meselâ bundan otuz sene evvel, kırk sene evvel efrâd-ı ümmetten (millet ferdinden) birinden pek şenî (kötü, çirkin) bir rezalet sâdır olursa (ortaya çıkarsa); 'İnsan bu kadar alçak olabilirmiş, insanlık bu derekelere (aşağılık derecelere) inermiş' dedirtmemek için o şenâeti (çirkin kötülüğü) gazetelere yazmak şöyle dursun, ağza almaktan çekinirlerdi. Şimdiki hikâyelerin, romanların birçoğuna mevzu teşkil eden (oluşturan) vak'alar (olaylar) hep o mahiyetteki (içerikteki) şeyler.
Evvelleri seneler koşuyorken, henüz ne dünya için, ne ukbâ için bir hayırlı iş görmedim diye müteessir oluyordum (üzülüyordum). Halbuki artık yaşımın elli sekiz, elli dokuza vardığını gördükçe; 'Ne âlâ, yakında tası-tarağı toplayacağım' diyorum, hem de seviniyorum.
Evet! İnsan hâlin (ânın) her türlü şedâidine (şiddetli kötülüğüne) katlanır amma istikbalde bir ışık görmek şartiyle...
Yoksa yarının daha karanlık, öbür günün ondan da berbad olacağını gün gibi görürken, yaşamak pek arzu olunur bir şey değil.
"Sebilü'r-Reşâd"ı (Akif'in çıkardığı dergi) çıkarırken, şuraya buraya koşarken oldukça mütesellî (avunan, teselli bulan) idim. Hisseme düşen vazifeyi ifa ediyorum, insan çalışmak ile mükellef (sorumlu), muvaffak olmakla değil diyordum.
Lâkin şimdi elim ayağım bağlı oturdukça büsbütün sinirleniyorum; 'Senin Sebilü'r-Reşad çıksa, her hafta şiirler yazsan, makaleler yazsan, bağırsan çağırsan bu cereyanların istikametini mi değiştireceksin, şiddetini mi azaltacaksın?' Suali pek haklı olmakla beraber, ben bu atâleti (tembelliği) hiç sevemiyorum, hiç hoş göremiyorum.
Hikâye meşhurdur ya: Karıncaya; 'Nereye gidiyorsun?' demişler; 'Hicaz'a' demiş. 'Hiç bu bacaklarla Mekke'yi bulabilir misin?' mülâhazasını ileri sürmüşler. O da; 'Hiç olmazsa yolunda olsun ölürüm ya' cevabını vermiş.
Gaye uğrunda çalışmak, didinmek, nihayet ölmek!.. Ah ne güzel meşgale (uğraş), o ne hoş eğlence, o ne mes'ut hâtime (bitiş) imiş. Ben onu şimdi adamakıllı hissediyorum.
Acaba yine o günler gelecek mi? Yine gayemiz uğrunda canımızla, başımızla çalışabilecek miyiz? Çıkmayan canda ümit var derler değil mi Kardeşim?
Allah büyük, elbette bizim de âtıl âtıl (tembel tembel) oturmaktan kurtulacağımız günler gelecektir.
Refikam gerek sana, gerek Hanımefendiye arz-ı hürmet ediyor. Emin ile Tahir ellerinizden öpüyorlar. Ben de Hanımefendiye ihtiramlarımı takdim ederim. Feridun ile Cuyab'ın gözlerini öperim, iki gözüm Kardeşim Eşref'im..
1 Muharrem 1350
Kardeşin Mehmet Akif."
Mektubun köşesinde şu not var; "Bugün Sene-i Kameriye'nin (Kamer yılının) iptidası (başlangıcı), inşallah Ümmet-i Muhammed hakkında hayırlı olur."
Miladi bir seneyi daha bitirmek üzere olduğumuz bugünlerde Akif'e rahmet olsun. Akif'ten ve onun can acıtan bu mektubundan bahsettiren Allah'ıma şükürler olsun.Bilvesîle, bizi bu güzel ve nezih ortamda buluşturan "Gönül Adam"a da selamlar, saygılar olsun, ömrüne bereket olsun..
"OLAMAZ TÜRK'E BAŞ, TÜRK'ÜM DEMEYEN" Vesselâm...
Selâm, sevgi, duâ...
Mustafa Aslan / diğer yazıları
- Atatürk'ün anlatımıyla Çanakkale savaşları / 20.03.2017
- İnsandan insana, insansa... / 19.03.2017
- 'Anam bana kör dedi!' / 14.03.2017
- Söyle-ni-yorum-2 / 13.03.2017
- Hâlâ iyiler varmış şükrolsun / 10.03.2017
- Savaş ve insan / 09.03.2017
- Ben, kim miyim? / 08.03.2017
- Milli siyaset hakemliği / 07.03.2017
- Sakındığımız dostluk / 02.03.2017
- Yol özel yolcu güzel / 28.02.2017
- İnsandan insana, insansa... / 19.03.2017
- 'Anam bana kör dedi!' / 14.03.2017
- Söyle-ni-yorum-2 / 13.03.2017
- Hâlâ iyiler varmış şükrolsun / 10.03.2017
- Savaş ve insan / 09.03.2017
- Ben, kim miyim? / 08.03.2017
- Milli siyaset hakemliği / 07.03.2017
- Sakındığımız dostluk / 02.03.2017
- Yol özel yolcu güzel / 28.02.2017