19. yüzyılda batı sanayi devrimini tamamlamış, hammadde ve pazar ihtiyacını karşılamak için Asya ve Afrika'ya yönelmiştir. Bu durumdan Osmanlı Devleti de nasibini almış, I. Dünya Savaşını kaybetmesi ile daha önce planlanan işgaller başlamıştı.
Yunanlılar İzmir'i, İtalyanlar Antalya çevresini, Fransızlar Güney Doğu'yu işgal etmişlerdi. Ve ihtilaf kuvvetlerinin ortak donanması da devletin başkenti İstanbul'a demir atmıştı. Ve bütün işgalleri haklı göstermek için dünya kamuoyunda Türkler aleyhine bir kampanya başlatılmıştı.
Ülkenin fiilen işgal edildiği o günlerde, millet çaresiz, millete yön veren idareciler ve aydınlar mandacılığı tartışmaya başlamıştı. Ancak, tarihin hiç bir döneminde başka bir milletin boyunduruğu altına girmeyen bu millet, mandacılığı kabul edemezdi. Kurduğu bölgesel direniş örgütleri ile bağımsızlık tutkusunu bir kez daha ispatladı. Ama tabii bu örgütler, her türlü silah ve teçhizatla donanmış düzenli ordular karşısında direnebilecek bir durumda değildi. Bu direniş örgütlerini toparlayacak, istiklal savaşında millete önayak olacak bir lidere ihtiyaç vardı...
Yıldırım Orduları Komutanlığından ayrıldıktan sonra İstanbul'a gelen M. Kemal, yakın arkadaşları ile görüşmeye başladı. İşgal altındaki bir ülkede yapılacak tek şey vardı: "Bağımsızlık savaşı". Gerçi o günlerde mandacılığı savunmak modaydı ama o milletini çok iyi tanıyordu. Bu millet aç, susuz kalabilirdi ama vatansız, bayraksız kalamazdı. Bu toprak için Anadolu'nun her bir ferdinin seve seve toprağa düşebileceğini biliyordu.
M. Kemal, ülkenin düşmanlardan temizlenmesinin tam bağımsızlık olmadığını çok iyi biliyordu. Tam bağımsızlık için ekonomik, siyasi ve kültürel bağımsızlık da şarttı. Ona göre bu alanlarda da bağımsız olana kadar kurtuluş savaşı devam edecekti. Tarımda, sanayide devrimlere girişti ve ülke hızlı bir kalkınma sürecine girdi. Öyle ki 1938 yılında Türkiye kendi imal ettiği uçağını Belçika'ya ihraç etmişti... Bu kalkınma hamlesi Atatürk'ten sonra uzun sürmedi. Özellikle 1950'lerden sonra ülkenin rotası tekrar batıya doğru çevrildi. O dönemlerde de bütün batılı devletler bizimle dosttu (!). (Şimdi olduğu gibi). Bize "Siz sanayi ile niye uğraşıyorsunuz maliyeti de zaten çok yüksek, biz aynı ürünleri size maliyetinden daha ucuza vereceğiz. Siz tarım ülkesisiniz, tarıma ağırlık verin" diyorlardı. Siyasilerimiz dost sözünü dinlemeyi vefa bildiler ve sanayii bitirdiler. Aradan yıllar geçti, ülke her geçen gün batıya muhtaç hale geldi. En ufak sanayi ürününü dahi üretemeyen, herşeyi ithal eder duruma geldi. Ama en azından tarımda kendi kendimize yetiyoruz diyorduk. Ama bu da pek uzun sürmedi, batılı dostlarımız (!) şimdi tarımın önünü kesmemizi öneriyordu, programlar sunuyordu (bizi çok sevdikleri için). Siyasilerimiz yine dost sözünü dinlediler ve bu programları uygulamaya koyuldular.
DIŞARIYA BA?IMLI İDARECİLER
Gelinen bu noktada ülke dış ve iç borç batağının içine saplandı. Üretim durdu, tarım durdu, siyasiler AB'nin kapısında para dilenmekten başka bir şey yapmaz oldu. Ekonomik yönden batıya tam bağımlı hale gelindi.
Kültürel bağımsızlıktan bahsetmek ise artık yobazlık, geri kafalık sayılmaya başlandı.
İnsanımız aşağılık kompleksine sokuldu. Bu psikoloji ile batıda gördüğü herşeye sahip çıkan, benimseyen, uygulayan, İngiliz gibi giyinen, Alman gibi düşünen Fransız gibi sevinen, Amerikan gibi şarkı söyleyen bir insan modeli ortaya çıktı.
Siyasi bağımsızlık ise bizden o kadar uzak bir kavram ki rüyalarımızda bile göremez olduk. Öyle ya hiç görmediğin, bilmediğin bir şeyi nasıl rüyanda göreceksin. Son 50 yılda ülkemizi idare edenler AB ve ABD'de kurulan tezgahtan geçerek başımıza geçiyorlardı. Bu süreçle beyinleri ve gönülleri batıyla nikahlanıyordu. Bunun sonucunda kanla alınmış mukaddes değerler hiç uğruna batıya peşkeş çekilmeye başlandı.
Ekonomik, kültürel, siyasi işgalin olduğu bir yerde zaten askeri işgale gerek yoktur. Çünkü bu alanları ele geçirdiğinizde, askeri işgalin getirdiği olumlu sonuçlara sahip oluyor, ağır faturasından kurtulmuş oluyorsunuz.
YENİ BİR OLUŞ BEKLENTİSİ
Ülkenin bu fotoğrafını halk çok güzel okuyor. Ekonomik, siyasi ve kültürel sahalarda bir kurtuluş savaşının gerekliliğine inanıyor. Ancak bu yönde önüne düşecek bir lider bekliyordu. Öyle bir lider ki; parçalamayacak, bölmeyecek, ihtilaflı noktaları öne çıkarmayacak 1. Meclis ruhunu şiar edinip tam bağımsızlık hedefi etrafında insanları bütünleştirecek. Araya konan suni duvarları yıkıp asker ile sivili, devlet ile milleti barıştıracak, bütünleştirecek.
Bu beklentiler devam ederken millete uzanan bazı sahte eller oldu. Amerika'dan icazet alıp milleti kurtarmaya soyunanlar oldu. Ama halk bu oyunu gördü ve hep beraber bir ölü doğum seyrettik.
MİTİNGLERLE ATEŞLENEN
KUVAYI MİLLİYE MEŞALESİ
Ümitlik tükendi derken 7 Nisan'da Trabzon'dan bir ses yükseldi: "Bu kol sizin kolunuzdur, sizin kolunuz benim kolumdur, siz baş olacaksınız ben ayak olacağım yürüyüşümüze devam edeceğiz". Bu sesi duyanların gözleri parladı, umutları arttı. Ve o sesin sahibine doğru koşmaya başladı. O sesi duyanların sayısı her geçen gün arttı. 20 Mayıs'ta Çağlayan Meydanında ikinci buluşma gerçekleşti. 300 bini aşkın insan o sesin etrafında bütünleşti. Tek vücut, tek bilek oldu, yürüyüş devam etti. O sese kulak verip tam bağımsızlık yolunda koşanların sayısı çığ gibi büyüdü. Üçüncü buluşma yeri Ankara Tandoğan Meydanıydı. Kavurucu güneşin altında yarım milyonu aşkın insan, saatlerce "Bu vatan bizimdir, bizim kalacak" diye haykırdı. Türk bayrağının altında ve o sesin sahibi Prof. Dr. Haydar Baş'ın etrafında kenetlendi.
Trabzon'da şafak sökmüş, İstanbul'da güneş doğmuş, Ankara'da ise güneş bütün gücüyle ışıtıyor ve ısıtıyordu. Bundan rahatsız olan yarasalar da olacaktı elbette. Tam bağımsızlığın karşısında olan, batıya uşaklık etmekten zevk alanlar, bu yürüyüşün önüne geçmeye çalışmışlardı ama nafile...
Necip Fazıl'ın dediği gibi:
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar artık ne yönden esersen es.
Tam bağımsızlık meşalesi yandı bir kere, kervan yürüyecek.
Lütfullah Önder
Yunanlılar İzmir'i, İtalyanlar Antalya çevresini, Fransızlar Güney Doğu'yu işgal etmişlerdi. Ve ihtilaf kuvvetlerinin ortak donanması da devletin başkenti İstanbul'a demir atmıştı. Ve bütün işgalleri haklı göstermek için dünya kamuoyunda Türkler aleyhine bir kampanya başlatılmıştı.
Ülkenin fiilen işgal edildiği o günlerde, millet çaresiz, millete yön veren idareciler ve aydınlar mandacılığı tartışmaya başlamıştı. Ancak, tarihin hiç bir döneminde başka bir milletin boyunduruğu altına girmeyen bu millet, mandacılığı kabul edemezdi. Kurduğu bölgesel direniş örgütleri ile bağımsızlık tutkusunu bir kez daha ispatladı. Ama tabii bu örgütler, her türlü silah ve teçhizatla donanmış düzenli ordular karşısında direnebilecek bir durumda değildi. Bu direniş örgütlerini toparlayacak, istiklal savaşında millete önayak olacak bir lidere ihtiyaç vardı...
Yıldırım Orduları Komutanlığından ayrıldıktan sonra İstanbul'a gelen M. Kemal, yakın arkadaşları ile görüşmeye başladı. İşgal altındaki bir ülkede yapılacak tek şey vardı: "Bağımsızlık savaşı". Gerçi o günlerde mandacılığı savunmak modaydı ama o milletini çok iyi tanıyordu. Bu millet aç, susuz kalabilirdi ama vatansız, bayraksız kalamazdı. Bu toprak için Anadolu'nun her bir ferdinin seve seve toprağa düşebileceğini biliyordu.
M. Kemal, ülkenin düşmanlardan temizlenmesinin tam bağımsızlık olmadığını çok iyi biliyordu. Tam bağımsızlık için ekonomik, siyasi ve kültürel bağımsızlık da şarttı. Ona göre bu alanlarda da bağımsız olana kadar kurtuluş savaşı devam edecekti. Tarımda, sanayide devrimlere girişti ve ülke hızlı bir kalkınma sürecine girdi. Öyle ki 1938 yılında Türkiye kendi imal ettiği uçağını Belçika'ya ihraç etmişti... Bu kalkınma hamlesi Atatürk'ten sonra uzun sürmedi. Özellikle 1950'lerden sonra ülkenin rotası tekrar batıya doğru çevrildi. O dönemlerde de bütün batılı devletler bizimle dosttu (!). (Şimdi olduğu gibi). Bize "Siz sanayi ile niye uğraşıyorsunuz maliyeti de zaten çok yüksek, biz aynı ürünleri size maliyetinden daha ucuza vereceğiz. Siz tarım ülkesisiniz, tarıma ağırlık verin" diyorlardı. Siyasilerimiz dost sözünü dinlemeyi vefa bildiler ve sanayii bitirdiler. Aradan yıllar geçti, ülke her geçen gün batıya muhtaç hale geldi. En ufak sanayi ürününü dahi üretemeyen, herşeyi ithal eder duruma geldi. Ama en azından tarımda kendi kendimize yetiyoruz diyorduk. Ama bu da pek uzun sürmedi, batılı dostlarımız (!) şimdi tarımın önünü kesmemizi öneriyordu, programlar sunuyordu (bizi çok sevdikleri için). Siyasilerimiz yine dost sözünü dinlediler ve bu programları uygulamaya koyuldular.
DIŞARIYA BA?IMLI İDARECİLER
Gelinen bu noktada ülke dış ve iç borç batağının içine saplandı. Üretim durdu, tarım durdu, siyasiler AB'nin kapısında para dilenmekten başka bir şey yapmaz oldu. Ekonomik yönden batıya tam bağımlı hale gelindi.
Kültürel bağımsızlıktan bahsetmek ise artık yobazlık, geri kafalık sayılmaya başlandı.
İnsanımız aşağılık kompleksine sokuldu. Bu psikoloji ile batıda gördüğü herşeye sahip çıkan, benimseyen, uygulayan, İngiliz gibi giyinen, Alman gibi düşünen Fransız gibi sevinen, Amerikan gibi şarkı söyleyen bir insan modeli ortaya çıktı.
Siyasi bağımsızlık ise bizden o kadar uzak bir kavram ki rüyalarımızda bile göremez olduk. Öyle ya hiç görmediğin, bilmediğin bir şeyi nasıl rüyanda göreceksin. Son 50 yılda ülkemizi idare edenler AB ve ABD'de kurulan tezgahtan geçerek başımıza geçiyorlardı. Bu süreçle beyinleri ve gönülleri batıyla nikahlanıyordu. Bunun sonucunda kanla alınmış mukaddes değerler hiç uğruna batıya peşkeş çekilmeye başlandı.
Ekonomik, kültürel, siyasi işgalin olduğu bir yerde zaten askeri işgale gerek yoktur. Çünkü bu alanları ele geçirdiğinizde, askeri işgalin getirdiği olumlu sonuçlara sahip oluyor, ağır faturasından kurtulmuş oluyorsunuz.
YENİ BİR OLUŞ BEKLENTİSİ
Ülkenin bu fotoğrafını halk çok güzel okuyor. Ekonomik, siyasi ve kültürel sahalarda bir kurtuluş savaşının gerekliliğine inanıyor. Ancak bu yönde önüne düşecek bir lider bekliyordu. Öyle bir lider ki; parçalamayacak, bölmeyecek, ihtilaflı noktaları öne çıkarmayacak 1. Meclis ruhunu şiar edinip tam bağımsızlık hedefi etrafında insanları bütünleştirecek. Araya konan suni duvarları yıkıp asker ile sivili, devlet ile milleti barıştıracak, bütünleştirecek.
Bu beklentiler devam ederken millete uzanan bazı sahte eller oldu. Amerika'dan icazet alıp milleti kurtarmaya soyunanlar oldu. Ama halk bu oyunu gördü ve hep beraber bir ölü doğum seyrettik.
MİTİNGLERLE ATEŞLENEN
KUVAYI MİLLİYE MEŞALESİ
Ümitlik tükendi derken 7 Nisan'da Trabzon'dan bir ses yükseldi: "Bu kol sizin kolunuzdur, sizin kolunuz benim kolumdur, siz baş olacaksınız ben ayak olacağım yürüyüşümüze devam edeceğiz". Bu sesi duyanların gözleri parladı, umutları arttı. Ve o sesin sahibine doğru koşmaya başladı. O sesi duyanların sayısı her geçen gün arttı. 20 Mayıs'ta Çağlayan Meydanında ikinci buluşma gerçekleşti. 300 bini aşkın insan o sesin etrafında bütünleşti. Tek vücut, tek bilek oldu, yürüyüş devam etti. O sese kulak verip tam bağımsızlık yolunda koşanların sayısı çığ gibi büyüdü. Üçüncü buluşma yeri Ankara Tandoğan Meydanıydı. Kavurucu güneşin altında yarım milyonu aşkın insan, saatlerce "Bu vatan bizimdir, bizim kalacak" diye haykırdı. Türk bayrağının altında ve o sesin sahibi Prof. Dr. Haydar Baş'ın etrafında kenetlendi.
Trabzon'da şafak sökmüş, İstanbul'da güneş doğmuş, Ankara'da ise güneş bütün gücüyle ışıtıyor ve ısıtıyordu. Bundan rahatsız olan yarasalar da olacaktı elbette. Tam bağımsızlığın karşısında olan, batıya uşaklık etmekten zevk alanlar, bu yürüyüşün önüne geçmeye çalışmışlardı ama nafile...
Necip Fazıl'ın dediği gibi:
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar artık ne yönden esersen es.
Tam bağımsızlık meşalesi yandı bir kere, kervan yürüyecek.
Lütfullah Önder