Prof. Dr. Haydar Baş'ın kaleminden Hz. Mevlana
İnsanın dünya sahnesine çıkarılışının gayesi, şüphesiz ki, Cenab-ı Hakk'a (cc) kulluktur. Kulluğun zirvesi de; nefsin tezkiyesi, Yaratıcı ile insan arasındaki bütün mania ve perdelerin aradan kalkmasıdır. İnsan ister farketsin ister etmesin, ister inansın ister inanmasın, bütün hayatı bu ana gaye sayesinde anlam kazanır. İnanan, kulluk yolunu benimseyen insan, kendisine takdim edilen plan-programa uyarak, gittikçe mesafeyi kısaltır ve yönü daima zirveye doğru olur. İnanmayan insan ise, esasında hedefe varmak için çırpındığı halde aradığı şeyin ne olduğunu bilemediğinden ümitsiz bir arayış içindedir; yönü kulluktan, kendi asıl cevherinden ve neticede Yaratıcı'dan kaçışa doğrudur. Kulluktan, nefis tezkiyesinden, Cenab-ı Hakk'a (cc) vasıl olmaktan bahsettiğimize göre konumuz mü'mindir, müslümandır. İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi mesabesinde olan ibadete yönelmek zarurîdir. İbadetin de nihaî durağı veya en kâmil şekli zikirdir. Daha doğrusu; ibadetlerin özü, mayası zikirdir. Resûlullah (sav): "Zikirle Allah arasında perde yoktur." buyurmaktadır.
Zikir, lügatte, anmak, hatırlamak, düşünmek, adı geçmek, hatırdan çıkarmamak, hatırlayıp icra etmek mânâlarına gelmektedir. Istılahta ise; insanı, Cenab-ı Hakk'ın (cc) kudret ve azametini düşünmeye, düşündürmeye sevketmek mânâlarını taşıdığı gibi, birçok yerde Kur'ân, namaz, oruç, hattâ peygamberler anlamına da gelir. En yaygın olarak zikir; tekbir, tehlil, tesbih, salavât ve vird gibi dil ile Hakk'ı anmak olarak hususî mânâda kullanılmaktadır.
Bütün bu mânâlar tahlil edildiğinde, zikirde iki türlü mânânın ağırlık kazandığı görülür: Unutulan şeyi hatırlamak, unutmamak için sürekli hatırda tutmak. Zikirde ulaşılmak istenen, birinci mânâ olup, ikincisi yardımcı unsurdur.
Unutulmuş olup da hatırlanmak istenen nedir?
Cenab-ı Hak (cc) ile kulları arasında, ruhlar ile, yaratıldıkları zaman Elest Bezmi'nde bir ahidleşme olmuştu, bir misak gerçekleşmişti. Dünya sahnesine gelip, ruh beden içine hapsolup birçok perde ile de perdelenince, insan, ruhunun ilk şeklini hatırlamaz olmuştur. Zikir, insana ruhunun misaktaki şeklini hatırlama yolunu açar. Kur'ân-ı Kerim, "misak"ta verilen söze ters düşmeyi ahdi bozmak olarak ifade etmektedir: "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra, Allah'a verdikleri sözü bozarlar... İşte ziyana uğrayanlar onlardır." Bu yüzden insanlık, çeşitli vesilelerle Elest'i yani asıl benliklerini hatırlamaya (gerçeği zikir yoluyla kavramaya) davet edilir: "İlk yaradılışı bildiniz, bu bir gerçek. O halde, hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?" "Hatırlat, zikre davet et. Çünkü hatırlatma mü'minlere fayda getirir." Zikirden gaye olan hatırlama gerçekleşince insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler ortadan kalkmıştır. Bütün ibadetlerin özü olan zikrin meyvelerinin olgunlaştığını ifade eden bu noktada insan, bütün mâsivâ engelini aşmış, hattâ bütün mahlûkata hükmeder duruma gelmiştir. Muhammed el-Bâkır Hazretleri; "Yıldırımlar, mü'min, gayr-i mü'min herkese isabet eder. Bunun tek istisnası Allah'ı zikreden kimselerdir." diye buyururken bunu kastetmiştir.
İnsanı kulluğun zirvesine ulaştıran, ahsen-i takvim'e seyrettiren (tabir yerinde ise) "zikir projesi" veya "zikir rejimi"ni daha sonraki sayfalarda ayrıntılı olarak ele alacağız.
İnsanın dünya sahnesine çıkarılışının gayesi, şüphesiz ki, Cenab-ı Hakk'a (cc) kulluktur. Kulluğun zirvesi de; nefsin tezkiyesi, Yaratıcı ile insan arasındaki bütün mania ve perdelerin aradan kalkmasıdır. İnsan ister farketsin ister etmesin, ister inansın ister inanmasın, bütün hayatı bu ana gaye sayesinde anlam kazanır. İnanan, kulluk yolunu benimseyen insan, kendisine takdim edilen plan-programa uyarak, gittikçe mesafeyi kısaltır ve yönü daima zirveye doğru olur. İnanmayan insan ise, esasında hedefe varmak için çırpındığı halde aradığı şeyin ne olduğunu bilemediğinden ümitsiz bir arayış içindedir; yönü kulluktan, kendi asıl cevherinden ve neticede Yaratıcı'dan kaçışa doğrudur. Kulluktan, nefis tezkiyesinden, Cenab-ı Hakk'a (cc) vasıl olmaktan bahsettiğimize göre konumuz mü'mindir, müslümandır. İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi mesabesinde olan ibadete yönelmek zarurîdir. İbadetin de nihaî durağı veya en kâmil şekli zikirdir. Daha doğrusu; ibadetlerin özü, mayası zikirdir. Resûlullah (sav): "Zikirle Allah arasında perde yoktur." buyurmaktadır.
Zikir, lügatte, anmak, hatırlamak, düşünmek, adı geçmek, hatırdan çıkarmamak, hatırlayıp icra etmek mânâlarına gelmektedir. Istılahta ise; insanı, Cenab-ı Hakk'ın (cc) kudret ve azametini düşünmeye, düşündürmeye sevketmek mânâlarını taşıdığı gibi, birçok yerde Kur'ân, namaz, oruç, hattâ peygamberler anlamına da gelir. En yaygın olarak zikir; tekbir, tehlil, tesbih, salavât ve vird gibi dil ile Hakk'ı anmak olarak hususî mânâda kullanılmaktadır.
Bütün bu mânâlar tahlil edildiğinde, zikirde iki türlü mânânın ağırlık kazandığı görülür: Unutulan şeyi hatırlamak, unutmamak için sürekli hatırda tutmak. Zikirde ulaşılmak istenen, birinci mânâ olup, ikincisi yardımcı unsurdur.
Unutulmuş olup da hatırlanmak istenen nedir?
Cenab-ı Hak (cc) ile kulları arasında, ruhlar ile, yaratıldıkları zaman Elest Bezmi'nde bir ahidleşme olmuştu, bir misak gerçekleşmişti. Dünya sahnesine gelip, ruh beden içine hapsolup birçok perde ile de perdelenince, insan, ruhunun ilk şeklini hatırlamaz olmuştur. Zikir, insana ruhunun misaktaki şeklini hatırlama yolunu açar. Kur'ân-ı Kerim, "misak"ta verilen söze ters düşmeyi ahdi bozmak olarak ifade etmektedir: "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra, Allah'a verdikleri sözü bozarlar... İşte ziyana uğrayanlar onlardır." Bu yüzden insanlık, çeşitli vesilelerle Elest'i yani asıl benliklerini hatırlamaya (gerçeği zikir yoluyla kavramaya) davet edilir: "İlk yaradılışı bildiniz, bu bir gerçek. O halde, hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?" "Hatırlat, zikre davet et. Çünkü hatırlatma mü'minlere fayda getirir." Zikirden gaye olan hatırlama gerçekleşince insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler ortadan kalkmıştır. Bütün ibadetlerin özü olan zikrin meyvelerinin olgunlaştığını ifade eden bu noktada insan, bütün mâsivâ engelini aşmış, hattâ bütün mahlûkata hükmeder duruma gelmiştir. Muhammed el-Bâkır Hazretleri; "Yıldırımlar, mü'min, gayr-i mü'min herkese isabet eder. Bunun tek istisnası Allah'ı zikreden kimselerdir." diye buyururken bunu kastetmiştir.
İnsanı kulluğun zirvesine ulaştıran, ahsen-i takvim'e seyrettiren (tabir yerinde ise) "zikir projesi" veya "zikir rejimi"ni daha sonraki sayfalarda ayrıntılı olarak ele alacağız.