2003'teki 1 Mart Tezkeresi örneğini hatırlamakta fayda var. Bilindiği üzere bu tezkere, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı askerlerin Türkiye'de konuşlanmasına izin verilmesini öngörüyordu; 25 Şubat 2003'te Meclis'e sunuldu ancak reddedildi.
O gün milletvekilleri, kamuoyundaki büyük tepkiye kulak verdi ve Türkiye'yi çok daha büyük bir krize sürükleyebilecek bir kararı engelledi. Meclis, halkın iradesiyle çelişmeyen bir duruş sergiledi; belki de Türkiye son anda büyük bir felaketten döndü.
Bugünse "Yeni Anayasa" adı altında yürütülen süreçte benzer bir eşikte duruyoruz. Süreç, disiplinli ve kararlı bir şekilde işletiliyor olabilir, ancak bu, milletin menfaatine olduğu anlamına gelmez.
Tıpkı 1 Mart'ta olduğu gibi bugün de Meclis'in -eğer gerçekten halkın sesine kulak verirse- bu gidişata "dur" deme ihtimali vardır. Bu, aynı zamanda demokrasi adına da önemli bir sınav olacaktır.
İktidar bloğu, 400 milletvekiline ulaşmayı hedefliyor. Hatta mevcut tabloya bakıldığında, bu sayıya sadece 9 vekil kaldığı görülüyor.
Ancak 20 Temmuz 2025'te Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum'un yaptığı dikkat çekici açıklama, sürecin yönüne dair önemli bir kırılma işareti taşıyor:
"400 vekil bulunsa dahi anayasanın köklü bir şekilde değişmesi için referanduma gidilmesi gerekir."
Bu beyan, iki yönlü okunabilir:
1- "İyi polis–kötü polis" stratejisinin bir parçası olarak kamuoyunun tepkisini azaltmak amacıyla söylenmiş olabilir.
2- Ya da Uçum, 400 vekil tamamlanamazsa referandum seçeneğini baştan 'zaten planlıydı' algısıyla meşrulaştırmak için bu söylemi öne çıkarmış olabilir.
Bu noktada BTP Genel Başkanı Hüseyin Baş'ın 14 Temmuz 2025 tarihli uyarısı, sürecin toplumsal ve siyasal boyutunu anlamak açısından önemlidir:
"Yetkilerini alıp Meclis'i işlevsizleştiren, Meclis'e hiçbir şey sormayan siyasi bakış açısının, Terörsüz Türkiye için Meclis'te komisyon kurması, 'cambaza bak' oyunudur. Milleti de bu sürece dahil edip tüm sorumluluğu millete mal etmektir... Madem milletin onayını almak istiyorlar referandum yapsınlar. Ama yapamazlar, çünkü millet bunu istemiyor."
Bu sözler, sürecin halk desteğinden ziyade teknik ve psikolojik mühendislik yoluyla meşrulaştırılmaya çalışıldığına işaret etmektedir
PEKİ, HALK NASIL İKNA EDİLECEK?
Senaryolar çok çeşitli:
Toplumsal olaylar, güvenlik krizleri, kişisel çıkar gruplarına yönelik vaatler, hatta ekonomik teşvik mekanizmaları...
Son dönemde yaşanan bazı gelişmeler, toplumda tedirginliği artırmış; açıklama ihtiyacı hissedilen olaylar, farklı çevrelerde soru işaretlerine yol açmıştır. Bu durum, karar alma süreçlerinde şeffaflık ve toplumsal meşruiyetin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Bu nedenle hem güven duygusunun korunması hem de anayasa gibi temel bir konuda halkın rızasının sağlanması için, süreçlerin açık, net ve halkın anlayacağı şekilde yürütülmesi zorunludur.
SÜRECİ ANLAMAK İÇİN BİR ADIM GERİYE GİTMEKTE FAYDA VAR
Çünkü anayasa tartışmasının siyasi aktörler arasında nasıl bir güç mücadelesine dönüştüğü, bazı açıklamalarla daha görünür hale geldi.
Bu bağlamda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Öcalan'a yönelik çağrısı dikkat çekicidir:
"PKK'yı fesheden ve silah bırakan bir örgüt olduğunu TBMM'de ilan etsin."
Bu çağrı, Öcalan'ın barış sürecine ilişkin pozisyonunu kamuoyu önünde netleştirmesi beklentisini taşımaktadır.
Ardından Özgür Özel'in grup toplantısındaki çıkışı geldi:
"El yükseltiyorum Devlet Bey. Ben de Kürtlere bir devlet teklif ediyorum."
Bu ifade, söyleniş biçimiyle değil, bağlamıyla değerlendirilmelidir. Özel sonrasında yaptığı açıklamalarda bu sözle kastettiğinin, Kürt vatandaşların Türkiye Cumhuriyeti içinde eşit yurttaşlar olarak kendilerini devletin bir parçası hissedebilmeleri olduğunu belirtmiştir.
Bu açıklamalar sıradan politik manevraların ötesinde; anayasanın temellerini zorlayan, söylemsel ve ideolojik zemini şekillendirmeye yönelik adımlar olarak okunmalıdır.
Çünkü "devletin yeniden tanımı" artık yüksek sesle tartışılmakta, bu tartışmalar anayasa sürecinin toplumsal meşruiyetinin nasıl inşa edileceğini doğrudan etkilemektedir.
CHP'NİN BELİRSİZ TAVRI VE TEHLİKELİ MUĞLAKLIK
CHP'nin anayasa komisyonuna dair tavrı hâlâ net değildir.
Katılıp katılmayacağı konusunda kamuoyuna açık ve kararlı bir açıklama yapmamaktadır.
Bu belirsizlik, farkında olmadan sürecin meşrulaştırılmasına hizmet edebilir. Oysa böylesi bir süreç, yalnızca Meclis'te değil, halkın vicdanında da sınanmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki halkın esas gündemi, geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı ve işsizliktir.
Kamuoyu araştırmaları da bunu açıkça göstermektedir.
Muhalefet eğer bu gündemi merkezine almazsa, iktidarın belirlediği çerçevede şekillenen yapay tartışmalara mahkûm olur.
CHP'nin bu noktadaki tutumu, ileride nasıl bir çizgi izleyeceğine dair de önemli ipuçları barındırıyor.
Şu an özellikle yargı baskıları ve siyasi davalar karşısında sergilenen dirençli tavır, elbette takdir edilmelidir.
Ancak bu direnişin arka planında kimi çelişkili söylemler ve olası pazarlık izlenimi doğuran gelişmeler de kamuoyunda ciddi soru işaretlerine neden olmaktadır.
Örneğin Özel'in "Terörsüz Türkiye" önerisi kapsamında TRT'de canlı yayın ve tutuksuz yargılama şartı koyması; Erdoğan ve Bahçeli'nin buna olumlu yaklaşması, kamuoyunun dikkatle analiz etmesi gereken gelişmelerdir.
Çünkü bu tür medya stratejileriyle meşruiyet değil, algı yönetimi sağlanmaktadır.
Tutuksuz yargılama meselesi de bu bağlamda anlamlıdır.
Zira Ekrem İmamoğlu'nun adaylığını engellemeye dönük yargı dosyaları düşünüldüğünde, tutuksuz yargılama ihtimali bile, adaylık yolunu açmazsa sembolik kalacaktır.
YANKI DEĞİL, İLKE ÜRETİN!
CHP'nin sadece gelişmelere tepki veren, olaylar üzerinden muhalefet yapan bir çizgide kalması, karşısında siyaset mühendisliğini çok iyi bilen bir aktör olan Erdoğan karşısında dezavantaj yaratır.
Bu nedenle CHP'nin artık refleksle değil, ilkesel ve projeci bir siyaset anlayışıyla hareket etmesi gerekir. Çünkü halk artık partilerin değil, ilkelerin peşindedir.
Nitekim Saraçhane'de yaşananlar bize bunu açıkça göstermiştir: CHP halkı çağırmadı, halk CHP'yi çağırdı.
Bu, halkın siyasal refleksinin partilerin önüne geçtiğini gösteren sembolik bir kırılmadır.
O hâlde CHP'nin görevi, milletin önünü açmak, kendi gündemini kurmak ve halkın gerçek meselelerine –özellikle de **yoksulluk, işsizlik ve geçim sıkıntısı gibi yakıcı sorunlara– odaklanmaktır.
Bugün anketlerde halkın en çok dile getirdiği sorun "açım" demektir.
O hâlde siyaset kurumu da bu sesi gündemin merkezine oturtmalıdır.
Aksi takdirde defansif bir muhalefetle yalnızca iktidarın çizdiği oyunun yankısı olunabilir.
Halbuki ihtiyaç olan şey, toplumun ihtiyaçlarına karşılık veren özgün bir siyasal üretimdir.
AHKÂM-I HATİME
Anayasalar, toplumların tarihiyle, hafızasıyla ve yaşadığı krizlerle şekillenir.
Eğer bu süreç halkın gerçek taleplerinden kopuk, üstten dayatmayla ve görünürde bir meşruiyetle yürütülürse, geçmişte olduğu gibi yarın da reddedilecektir.
400 vekil, referandum ya da medya kampanyaları… Bunların hiçbiri toplumun adalet ve geçim taleplerinden güçlü değildir.
Milletin gözünden kaçmayan her oyun, eninde sonunda bozulur.
Bugün görev, tarihten ders almak ve yeniden aynı hatalara düşmemektir.
O gün milletvekilleri, kamuoyundaki büyük tepkiye kulak verdi ve Türkiye'yi çok daha büyük bir krize sürükleyebilecek bir kararı engelledi. Meclis, halkın iradesiyle çelişmeyen bir duruş sergiledi; belki de Türkiye son anda büyük bir felaketten döndü.
Bugünse "Yeni Anayasa" adı altında yürütülen süreçte benzer bir eşikte duruyoruz. Süreç, disiplinli ve kararlı bir şekilde işletiliyor olabilir, ancak bu, milletin menfaatine olduğu anlamına gelmez.
Tıpkı 1 Mart'ta olduğu gibi bugün de Meclis'in -eğer gerçekten halkın sesine kulak verirse- bu gidişata "dur" deme ihtimali vardır. Bu, aynı zamanda demokrasi adına da önemli bir sınav olacaktır.
İktidar bloğu, 400 milletvekiline ulaşmayı hedefliyor. Hatta mevcut tabloya bakıldığında, bu sayıya sadece 9 vekil kaldığı görülüyor.
Ancak 20 Temmuz 2025'te Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum'un yaptığı dikkat çekici açıklama, sürecin yönüne dair önemli bir kırılma işareti taşıyor:
"400 vekil bulunsa dahi anayasanın köklü bir şekilde değişmesi için referanduma gidilmesi gerekir."
Bu beyan, iki yönlü okunabilir:
1- "İyi polis–kötü polis" stratejisinin bir parçası olarak kamuoyunun tepkisini azaltmak amacıyla söylenmiş olabilir.
2- Ya da Uçum, 400 vekil tamamlanamazsa referandum seçeneğini baştan 'zaten planlıydı' algısıyla meşrulaştırmak için bu söylemi öne çıkarmış olabilir.
Bu noktada BTP Genel Başkanı Hüseyin Baş'ın 14 Temmuz 2025 tarihli uyarısı, sürecin toplumsal ve siyasal boyutunu anlamak açısından önemlidir:
"Yetkilerini alıp Meclis'i işlevsizleştiren, Meclis'e hiçbir şey sormayan siyasi bakış açısının, Terörsüz Türkiye için Meclis'te komisyon kurması, 'cambaza bak' oyunudur. Milleti de bu sürece dahil edip tüm sorumluluğu millete mal etmektir... Madem milletin onayını almak istiyorlar referandum yapsınlar. Ama yapamazlar, çünkü millet bunu istemiyor."
Bu sözler, sürecin halk desteğinden ziyade teknik ve psikolojik mühendislik yoluyla meşrulaştırılmaya çalışıldığına işaret etmektedir
PEKİ, HALK NASIL İKNA EDİLECEK?
Senaryolar çok çeşitli:
Toplumsal olaylar, güvenlik krizleri, kişisel çıkar gruplarına yönelik vaatler, hatta ekonomik teşvik mekanizmaları...
Son dönemde yaşanan bazı gelişmeler, toplumda tedirginliği artırmış; açıklama ihtiyacı hissedilen olaylar, farklı çevrelerde soru işaretlerine yol açmıştır. Bu durum, karar alma süreçlerinde şeffaflık ve toplumsal meşruiyetin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Bu nedenle hem güven duygusunun korunması hem de anayasa gibi temel bir konuda halkın rızasının sağlanması için, süreçlerin açık, net ve halkın anlayacağı şekilde yürütülmesi zorunludur.
SÜRECİ ANLAMAK İÇİN BİR ADIM GERİYE GİTMEKTE FAYDA VAR
Çünkü anayasa tartışmasının siyasi aktörler arasında nasıl bir güç mücadelesine dönüştüğü, bazı açıklamalarla daha görünür hale geldi.
Bu bağlamda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Öcalan'a yönelik çağrısı dikkat çekicidir:
"PKK'yı fesheden ve silah bırakan bir örgüt olduğunu TBMM'de ilan etsin."
Bu çağrı, Öcalan'ın barış sürecine ilişkin pozisyonunu kamuoyu önünde netleştirmesi beklentisini taşımaktadır.
Ardından Özgür Özel'in grup toplantısındaki çıkışı geldi:
"El yükseltiyorum Devlet Bey. Ben de Kürtlere bir devlet teklif ediyorum."
Bu ifade, söyleniş biçimiyle değil, bağlamıyla değerlendirilmelidir. Özel sonrasında yaptığı açıklamalarda bu sözle kastettiğinin, Kürt vatandaşların Türkiye Cumhuriyeti içinde eşit yurttaşlar olarak kendilerini devletin bir parçası hissedebilmeleri olduğunu belirtmiştir.
Bu açıklamalar sıradan politik manevraların ötesinde; anayasanın temellerini zorlayan, söylemsel ve ideolojik zemini şekillendirmeye yönelik adımlar olarak okunmalıdır.
Çünkü "devletin yeniden tanımı" artık yüksek sesle tartışılmakta, bu tartışmalar anayasa sürecinin toplumsal meşruiyetinin nasıl inşa edileceğini doğrudan etkilemektedir.
CHP'NİN BELİRSİZ TAVRI VE TEHLİKELİ MUĞLAKLIK
CHP'nin anayasa komisyonuna dair tavrı hâlâ net değildir.
Katılıp katılmayacağı konusunda kamuoyuna açık ve kararlı bir açıklama yapmamaktadır.
Bu belirsizlik, farkında olmadan sürecin meşrulaştırılmasına hizmet edebilir. Oysa böylesi bir süreç, yalnızca Meclis'te değil, halkın vicdanında da sınanmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki halkın esas gündemi, geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı ve işsizliktir.
Kamuoyu araştırmaları da bunu açıkça göstermektedir.
Muhalefet eğer bu gündemi merkezine almazsa, iktidarın belirlediği çerçevede şekillenen yapay tartışmalara mahkûm olur.
CHP'nin bu noktadaki tutumu, ileride nasıl bir çizgi izleyeceğine dair de önemli ipuçları barındırıyor.
Şu an özellikle yargı baskıları ve siyasi davalar karşısında sergilenen dirençli tavır, elbette takdir edilmelidir.
Ancak bu direnişin arka planında kimi çelişkili söylemler ve olası pazarlık izlenimi doğuran gelişmeler de kamuoyunda ciddi soru işaretlerine neden olmaktadır.
Örneğin Özel'in "Terörsüz Türkiye" önerisi kapsamında TRT'de canlı yayın ve tutuksuz yargılama şartı koyması; Erdoğan ve Bahçeli'nin buna olumlu yaklaşması, kamuoyunun dikkatle analiz etmesi gereken gelişmelerdir.
Çünkü bu tür medya stratejileriyle meşruiyet değil, algı yönetimi sağlanmaktadır.
Tutuksuz yargılama meselesi de bu bağlamda anlamlıdır.
Zira Ekrem İmamoğlu'nun adaylığını engellemeye dönük yargı dosyaları düşünüldüğünde, tutuksuz yargılama ihtimali bile, adaylık yolunu açmazsa sembolik kalacaktır.
YANKI DEĞİL, İLKE ÜRETİN!
CHP'nin sadece gelişmelere tepki veren, olaylar üzerinden muhalefet yapan bir çizgide kalması, karşısında siyaset mühendisliğini çok iyi bilen bir aktör olan Erdoğan karşısında dezavantaj yaratır.
Bu nedenle CHP'nin artık refleksle değil, ilkesel ve projeci bir siyaset anlayışıyla hareket etmesi gerekir. Çünkü halk artık partilerin değil, ilkelerin peşindedir.
Nitekim Saraçhane'de yaşananlar bize bunu açıkça göstermiştir: CHP halkı çağırmadı, halk CHP'yi çağırdı.
Bu, halkın siyasal refleksinin partilerin önüne geçtiğini gösteren sembolik bir kırılmadır.
O hâlde CHP'nin görevi, milletin önünü açmak, kendi gündemini kurmak ve halkın gerçek meselelerine –özellikle de **yoksulluk, işsizlik ve geçim sıkıntısı gibi yakıcı sorunlara– odaklanmaktır.
Bugün anketlerde halkın en çok dile getirdiği sorun "açım" demektir.
O hâlde siyaset kurumu da bu sesi gündemin merkezine oturtmalıdır.
Aksi takdirde defansif bir muhalefetle yalnızca iktidarın çizdiği oyunun yankısı olunabilir.
Halbuki ihtiyaç olan şey, toplumun ihtiyaçlarına karşılık veren özgün bir siyasal üretimdir.
AHKÂM-I HATİME
Anayasalar, toplumların tarihiyle, hafızasıyla ve yaşadığı krizlerle şekillenir.
Eğer bu süreç halkın gerçek taleplerinden kopuk, üstten dayatmayla ve görünürde bir meşruiyetle yürütülürse, geçmişte olduğu gibi yarın da reddedilecektir.
400 vekil, referandum ya da medya kampanyaları… Bunların hiçbiri toplumun adalet ve geçim taleplerinden güçlü değildir.
Milletin gözünden kaçmayan her oyun, eninde sonunda bozulur.
Bugün görev, tarihten ders almak ve yeniden aynı hatalara düşmemektir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Doç. Dr. Ali Bestami Kepekçi / diğer yazıları
- Yeni anayasa: 400 vekil mi, referandum mu? / 27.07.2025
- Zamanı gelince konuşanlar: Vakit geldi mi? / 26.07.2025
- Kimlik değil millet, proje değil gerçeklik / 25.07.2025
- Kürt kalemiyle çizilen harita: Irak’ta oldu, Türkiye’de neden olmasın? / 24.07.2025
- Mezheple değil, vicdanla yürüyelim / 23.07.2025
- Bahçeli’nin “Alevi-Kürt temsili” önerisi / 22.07.2025
- Asıl mesele: Sistem mi, insan mı? / 21.07.2025
- İsrail’in Kürt ve Dürzi hamlesi / 20.07.2025
- İdamdan müzakereye: Bir sürecin sessiz yürüyüşü / 19.07.2025
- Barışın bedeli ne olacak? / 18.07.2025
- Zamanı gelince konuşanlar: Vakit geldi mi? / 26.07.2025
- Kimlik değil millet, proje değil gerçeklik / 25.07.2025
- Kürt kalemiyle çizilen harita: Irak’ta oldu, Türkiye’de neden olmasın? / 24.07.2025
- Mezheple değil, vicdanla yürüyelim / 23.07.2025
- Bahçeli’nin “Alevi-Kürt temsili” önerisi / 22.07.2025
- Asıl mesele: Sistem mi, insan mı? / 21.07.2025
- İsrail’in Kürt ve Dürzi hamlesi / 20.07.2025
- İdamdan müzakereye: Bir sürecin sessiz yürüyüşü / 19.07.2025
- Barışın bedeli ne olacak? / 18.07.2025