Ramazan YazılarıBİR GÜZEL HİLAL DO?DUAziz KARACAÖncelerden sonralara doğru akıp gitmekte olan zaman, ilahi program gereğince bu akışını sürdürürken, günler ayları, aylar yılları, yıllar da yüzyılları oluştururken hani, bu zamanın bir kesitinde, yedinci yüzyılın başlarında, sonsuza dek eskimeyecek ilkeleri ihtiva eden evrensel kitabın ayet ayet, sûre sûre, Levhi Mahfuzdan yeryüzüne, Evrenin Efendisi'ne indirilişini seyreden bir güzel hilâl doğmuştu. İşte o hilâl yine doğdu... Ramazan Hilâli...
Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam ile biricik önderimizin, Peygamberimizin, yüzyüze dizdize oturup, Habibullah olan, Ürvetülvüska olan, Ümmülkitap olan Kur'an-ı Kerim'i okuyuşlarına, dinleyişlerine şahit olan o talihli hilâl doğdu.
Gidişiyle melül olduğumuz, öksüz kaldığımız, hüzne boğulduğumuz ve tam on bir ay sabırsızlıkla, büyük bir heyecanla bekleyip gelişiyle sevindiğimiz, sevildiğimiz ve sevdiğimiz bir güzel hilâl doğdu.
Rahmetin sağnak sağnak yağdığı, mağfiretin dolup dolup taştığı nara dur denildiği, nura buyur edildiği, narın hapsedildiği ve fakat, nurun hesapsız salıverildiği, serbest bırakıldığı bir güzel hilâl doğdu...
İçimizdeki nefs denen düzenbazı bir üs olarak kulanmak suretiyle bizi hep içerden vuran, adeta kolumuzu bilekten değil kürekten, yani ta omuzdan kıran kovulmuş şeytanın zincire vurulduğu ve içimizdekinin de Rabbimizin bir ihsanı olan oruç sayesinde, ciddi kulluk sayesinde hizaya geldiği, haddinin bildirildiği bir güzel hilâl doğdu...
"Ramazan öyle bir aydır ki, Kur'ân onda indirilmiştir", şeklinde bizzat Rabbimizin yüce lisanıyla övülen sevilen ve tüm inananları da sevindiren bir ay doğdu üstümüze.
Aylarca her türlü varlık içinde, hesapsız nimetler içinde açlık nedir bilmeyen, görmeyenlerin ilahi bir emir gereği kısmen de olsa açlığı tadarak, mahrumiyeti tadarak yılda bir ay değil belki bir ömür boyu bin türlü yokluk, yoksulluk içinde yaşamaya çalışanların halleriyle hallenmelerini, dertleriyle dertlenmelerinini sağlayacak, hatırlatacak yaşatacak güzel bir hilâl doğdu.
Afrika'da aç, ilaçsız insanların, karınları sırtlarına yapışmış gencecik çocukların sadece gazetedeki resimlerine bakarak yazık deyip geçmenin bir yarar sağlamadığını idrak etmenin, mutlaka bir şeyler yapılması gereğinin, bir milyarın üstündeki inananların şöyle bir kendilerine gelmeleri gerektiğinin kaçınılmazlığını, vazgeçilmezliğini anlamak için kafaları çatlatırcasına düşünerek çare aramak için bir fırsat daha doğdu. Ramazan hilâli doğdu.
Çeşitli nimetlerle, yemeklerle donatılmış sofralara otururken Filistin'de Lübnan'da yiyecek, ağlaşan çocuklarına yedirecek bir şeyler bulamadığı için ölü kedi-köpek etlerini yemek, yedirmek zorunda kaldığını ve hatta şimdilerde açlıktan ölmüş veya bir inkarcının kurşunuyla şehid olmuş kardeşlerinin, anasının, babasının etlerini yiyebilmek için fetva sorduğunu hatırlayarak bu elim acıyı ta iliklerimizde hissederek topyekün durumun nedenli korkunç olduğunu anlamak, kavramak ve artık duymak için bir müsait zaman geldi. Rahmet ve mağfiret ayı geldi.
On bir ay boyunca bütün güçleriyle köşe yazılarıyla, uydurma haber ve montaj resimleriyle, ayrıca edepsizce resimleriyle namus ve iffet sahiplerini rencide eden, Müslümanlara ve Müslümanların şahsında İslâm'a saldıran boyalı basının, şahsiyetsiz ve karaktersiz basının, dinî konuları ihtiva eden yazılar tefrika etme konusunda, Ramazan ilaveleri verme konusunda nasıl da birbirleriyle yarışa girdiklerini, nasıl da İslâm'ı ustaca istismar ettiklerini bir kez daha tebessümle, hayretle, ibretle, esefle izleyeceğimiz ve de gözleyeceğimiz bir güzel hilâl doğdu...
Bu doğan hilâl hürmetine, indirilmiş Kur'ân hürmetine, gönderilmiş Sultan hürmetine bize idrak, bize şuur, bize istikamet ihsan eyle Rabbim!..
Ramazan mevsiminde CamilerFeyyaz İnançDünden devam...
Çocukluğun dünyasında mescitler, camiler, hocalar, minber ve mihrab minare; her an mana çiçeklerinin aklın derinliklerine gül diliyle, yazılıp işlenmesidir.
Ramazan'ın gelişiyle minareler arasına asılan mahyalarla "Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan" yazıları, levhaları, hadis-i şerif ve ayet-i kerimeler iman ve insan medeniyetinin, güneşler gibi parıldaması değil midir?
Camilerin işaret kandilleri yandı bakın. Gemilerden kaptan ve mürettebat mahyaları, kandilleri nasıl da derin derin seyrediyorlar. Kandillerden bekliyorlar haberi. İftarın açılışını ve doğuşunu orucun esrarlı kapısında bekleyişin ardında "iftar sarayına" girişin nazik çağrısı ve başlayış nuru kandiller.
Camilerin büyük kubbelerine tutunup 1001 ışıkla cemaati aydınlatan billur camlar, şamdanlıklar, avizeler...
Cami evimiz. Cennetten bir köşe. Omuz omuza, saf saf huzur-u ilahi'ye duruşun. İbadete koşuşun tadı.
Bütün bu anlatılanların gönüllere kazındığı işlendiği, okunduğu çocukluk bahçesinde camii sevgisi, görgüsü ve itikadını buram buram yaşayanlara ne mutlu.
Yazımı camilerimizin tevhid kalemleri, şahadet parmakları olan minarelerimizde okunan "Ezan" ile ilgili bir kaç beyitle bitiriyorum.
"Afakı inletiyor ilahi, ismin namın
Bu ezanlar ki elbet temelidir İslâm'ın
Nice yüz bin minareden revan olur göklere
Kalbi zemin titreşir, vahdetin iner yere
Vecde gelir bu sesle dağlar, taşlar, denizler
Şevk ile arşa kadar artık yükseleyim der
Cihan başka cihandır, yerde gökte her varlık
Rabbi tesbih ederler huzur içinde artık
Olur bütün gönüller gündüzler gibi aydın
Başlar dillerde tevhid, başlar dillerde yadın.
Fıkıh KöşesiZekatın farz olmasının şartlarıDünden devam...
3. Zekâtı verilmesi gereken mal, gerçekten veya hüküm bakımından artıcı bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekât gerekmez. Nisab miktarından fazla olması hükmü değiştirmez.
Gerçekten artıcılık, ticaret veya doğurma ve üreme yolu ile olur. Ticaret için kullanılan herhangi bir eşya ve hayvan zekâta bağlı olduğu gibi, dölünü veya sütünü almak için, yılın çoğunu kırlarda otlayarak idare eden ve "Saime" adını alan hayvanlar da zekâta bağlıdır. İleride anlatılacaktır. Hüküm itibariyle artış da, çoğalmaya ve artmaya elverişli bulunan ve sahibinin veya vekilinin elinde olan altın ve gümüşteki geçerliliktir. Altın ve gümüşün maddeleri ile ihtiyaçlar giderilemez. Bunlar ticarette kullanılmak ve malların değiştirilmesinde vasıta olmak yolu ile ihtiyaçları karşılar. Bu yönü ile bunlar, yaratılış bakımından artmaya ve ticarete mahsustur. Onun için elde bulunan altın ve gümüş paralar, külçeler ve süs eşyaları, kendileriyle ticarete niyet edilmese veya bunlar nafakaya ve ev satın alınmasına harcanmak üzere saklansa bile, nisab miktarına ulaşınca zekâta tâbi olurlar.
4. Zekâtın gereği için, tam bir mülkiyet bulunmalıdır. Bir malın mülkiyetiyle beraber onun elde de bulunması gerekir. Onun için bir kadın mehrini eline geçirmedikçe, onun zekâtı ile yükümlü olmaz. Çünkü o mehre (nikâh bedeline) malik ise de, onu eline geçirmiş değildir. Yine, elinde rehin mal bulunan bir kimseye, rehinden dolayı zekât gerekmez. Çünkü rehin, bir borç karşılığıdır. Bunda malikinin ele geçirip sahip olma hakkı yoktur. Satın alınıp da henüz ele geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde olarak zekâta bağlıdır. Bu nisaba girer ve ondan zekât vermek gerekir. Yolculuk halinde bulunan kimse de, malının zekâtını vermekle yükümlüdür. Her ne kadar o, malını elinde bulundurmuyorsa da, vekili aracılığı ile onu kullanmaya gücü vardır.
5. Zekât gerekmesi için, bir mal üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunmalıdır. Buna "Havl-i hevelân" denir. Çünkü bu zaman içinde artış ve çoğalma gerçekleşir, döllenme ve üreme olur. Mevsimlerin değişmesiyle ihtiyaçlar ve fiyatlar değişir.
Şöyle ki: En az nisab miktarında olmak şartı ile artmaya elverişli bir mal üzerinden tam bir kamerî yıl geçip son bulmadıkça ona zekât gerekmez. Nisab miktarı hem senin başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu miktarın sene ortasında azalması, zekâtın verilmesine engel olmaz. Aksine olarak sene içinde artan mal da, sene sonunda diğer mal ile beraber zekâta tâbi olur.
Örnek: Bir kimsenin (1364) senesi başında temel ihtiyaçlarından fazla iki yüz dirhem gümüş miktarı artıcı bir mal, sene sonuna kadar devam etse, bundan beş dirhem zekât vermek gerekir. Bu mal, sene ortasında yüz dirheme indiği halde, sene sonunda yine iki yüz dirhem miktarına çıkmış bulunsa, yine beş dirhem zekât gerekir.
Ömer Nasuhi Bilmen / Büyük İslam İlmihali
LâtifelerArap şâirlerinden Ebu Nüvâs, Mısır sultanlarından birini medh edip bir kasîde söyledi. Ve sultanın huzuruna varıp kasîdesini arz eyledi. Sultanın iyi vakti değilmiş ki, kasîdeye ilgi gösterip Ebu Nüvâs'a iltifat olunmadı.
Sultanın çok sevdiği, şöhreti ülkeyi tuttmuş Sâfiye isminde şarkıcı Habeşî bir câriyesi vardı. Sultan câriyeye yakası ipek ve sırmalarla süslü, gerdanlığının saçakları baştan başa çiçekli mücevherler ve ışıl ışıl kıymetli taşlarla bezenmiş bir elbise vermişti. Ebu Nüvas'ın dileği kabul ve kasîdesi Sultanın huzurunda makbul olmayınca dışarı çıkıp, utanmayı bir yana atarak hemen Sultanın hasları içinde bu beyiti okudu:
Lekâd zâ'a şîrî alâ bâbiküm
Kemâ zâ'a dürrün alâ Sâfiye
(Huzurunuzda söylediğim şiir kayboldu; incilerin Sâfiye'nin üzerinde kaybolduğu gibi.)
Sonra bu beyit Sâfiye'nin kulağına gitti. Gayet huzursuz olup sultan yalnızken yanına girip:
-Ebu Nüvâs seni ve beni hicv etmiş ve hakımızda şöyle bir beyit söylemiş, dedi. Sultan hışımla Ebu Nüvâs'ı yanına çağırtıp:
-Bu beyiti sen mi dedin? diye sordu. Ebu Nüvâs:
-Evet, beyit benimdir. Amma bir çeşit tahrifle bazı yerlerini bozup sultanın huzuruna yanlış nakl etmişler. Aslında ben kulunuz Sultan ve Sâfiye'yi medh edip bu beyiti şu şekilde demiştim:
Lekad zâ'e şîrî alâ bâbiküm
Ke mâ zâ'e dürrün alâ Sâfiye
(Huzurunuzda söylediğim şiir parladı; incilerin Sâfiye üzerinde parladığı gibi.)
Sultan, Ebu Nüvâs'ın yaratılışına hayran olarak hazır cevaplılığını övüp Sâfiye'yi teselli ile Ebu Nüvâs'a bol ihsanda bulundu.
Gönül DostlarıMevlânâ Hâlid-i BağdâdîBağdat Vâlisi Dâvûd Paşa'nın vezirliği esnâsında Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağmaladılar. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerine geldi. Huzurlarına girip, başından geçen hadiseyi arz ederek; "Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim" dedi. Mevlânâ Hâlid Hazretleri, yanlarındaki on yedi bin kitabı o âlime hediye ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Bağdât'taki vazîfesini tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam'a gitmek üzere hazırlandı. Âile fertlerinden bazılarını Bağdat'ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid Hazretleri kendilerine gelen mânevi işâretin Şam'a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam'a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Sefvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: "Pekçok yardımcımla Mevlânâ Hâlid'in kafilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbeseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimin önünde büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü. Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah'ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; "Aman aman, effedin affedin!" diye bağrıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid'i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfar eyledik."
Sağ sâlim Şam'a gelen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri, Ümeyye Câmiindeki Gazze büyüklerini Halvethânesine girdi. Şam'a bu gelişi sırasında Seyyid İsmâil Efendinin kızı Aîşe Takıyye Hanımla evlendi. Sonra Bağdat'ta kalan hanımı ve âile fertlerinin de getirilmesini emretti.
Âlim ve fazilet sahibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hafız Urfalı anlatır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Bağdat'ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn'in Şam'a gelmesi için mektup yazınca onlar yola çıkıp Urfa'ya geldiler. Bu esnâda Mevlânâ Hâlid Hazretleri bana hitâben; "Hafız! Çoluk çocuğumuz Urfa'ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lakin Şihâbüddîn vefat eyledi" buyurdu. Bu sözün söylendiği tarihi yazdım. Sonra Urfa'ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn'in vefâtı vâki olmuştu.
Ramazan SofrasıPRENSES TATLISI
(4 Kişilik)
Malzeme : 60 gr. Tereyağ, 20 gr. Şeker şurubu, 220 gr. 60 gr. Şeker, 3 şeker kaşığı Nescafe, 320gr.Süt, 30 gr. Nişasta, 2 ad. Yumurta, 2 ad. Yaprak jelatin, 320 gr. Vurulmuş şanti, 2 ad. Yumurta beyazı.
Tarif : Tereyağı ısıtılıp, şurup tereyağına karıştırılıp, kalıpların içine kabuk yapılıp dondurulur. Daha sonra şeker, nescafe, süt kaynatılır. Nişasta ve yumurta ile sübye yapılıp, kaynatılan süte ilave edilir. Kaynatılıp, soğutulur ve yaprak jelatin, krem şanti ve yumurta beyazı ile mikserde karıştırılır. Hazırlanan kalıplar çıkarılır. İçine hazırlanan karışım doldurulup, çilek sos ile servis edilir.Afiyet Olsun
Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam ile biricik önderimizin, Peygamberimizin, yüzyüze dizdize oturup, Habibullah olan, Ürvetülvüska olan, Ümmülkitap olan Kur'an-ı Kerim'i okuyuşlarına, dinleyişlerine şahit olan o talihli hilâl doğdu.
Gidişiyle melül olduğumuz, öksüz kaldığımız, hüzne boğulduğumuz ve tam on bir ay sabırsızlıkla, büyük bir heyecanla bekleyip gelişiyle sevindiğimiz, sevildiğimiz ve sevdiğimiz bir güzel hilâl doğdu.
Rahmetin sağnak sağnak yağdığı, mağfiretin dolup dolup taştığı nara dur denildiği, nura buyur edildiği, narın hapsedildiği ve fakat, nurun hesapsız salıverildiği, serbest bırakıldığı bir güzel hilâl doğdu...
İçimizdeki nefs denen düzenbazı bir üs olarak kulanmak suretiyle bizi hep içerden vuran, adeta kolumuzu bilekten değil kürekten, yani ta omuzdan kıran kovulmuş şeytanın zincire vurulduğu ve içimizdekinin de Rabbimizin bir ihsanı olan oruç sayesinde, ciddi kulluk sayesinde hizaya geldiği, haddinin bildirildiği bir güzel hilâl doğdu...
"Ramazan öyle bir aydır ki, Kur'ân onda indirilmiştir", şeklinde bizzat Rabbimizin yüce lisanıyla övülen sevilen ve tüm inananları da sevindiren bir ay doğdu üstümüze.
Aylarca her türlü varlık içinde, hesapsız nimetler içinde açlık nedir bilmeyen, görmeyenlerin ilahi bir emir gereği kısmen de olsa açlığı tadarak, mahrumiyeti tadarak yılda bir ay değil belki bir ömür boyu bin türlü yokluk, yoksulluk içinde yaşamaya çalışanların halleriyle hallenmelerini, dertleriyle dertlenmelerinini sağlayacak, hatırlatacak yaşatacak güzel bir hilâl doğdu.
Afrika'da aç, ilaçsız insanların, karınları sırtlarına yapışmış gencecik çocukların sadece gazetedeki resimlerine bakarak yazık deyip geçmenin bir yarar sağlamadığını idrak etmenin, mutlaka bir şeyler yapılması gereğinin, bir milyarın üstündeki inananların şöyle bir kendilerine gelmeleri gerektiğinin kaçınılmazlığını, vazgeçilmezliğini anlamak için kafaları çatlatırcasına düşünerek çare aramak için bir fırsat daha doğdu. Ramazan hilâli doğdu.
Çeşitli nimetlerle, yemeklerle donatılmış sofralara otururken Filistin'de Lübnan'da yiyecek, ağlaşan çocuklarına yedirecek bir şeyler bulamadığı için ölü kedi-köpek etlerini yemek, yedirmek zorunda kaldığını ve hatta şimdilerde açlıktan ölmüş veya bir inkarcının kurşunuyla şehid olmuş kardeşlerinin, anasının, babasının etlerini yiyebilmek için fetva sorduğunu hatırlayarak bu elim acıyı ta iliklerimizde hissederek topyekün durumun nedenli korkunç olduğunu anlamak, kavramak ve artık duymak için bir müsait zaman geldi. Rahmet ve mağfiret ayı geldi.
On bir ay boyunca bütün güçleriyle köşe yazılarıyla, uydurma haber ve montaj resimleriyle, ayrıca edepsizce resimleriyle namus ve iffet sahiplerini rencide eden, Müslümanlara ve Müslümanların şahsında İslâm'a saldıran boyalı basının, şahsiyetsiz ve karaktersiz basının, dinî konuları ihtiva eden yazılar tefrika etme konusunda, Ramazan ilaveleri verme konusunda nasıl da birbirleriyle yarışa girdiklerini, nasıl da İslâm'ı ustaca istismar ettiklerini bir kez daha tebessümle, hayretle, ibretle, esefle izleyeceğimiz ve de gözleyeceğimiz bir güzel hilâl doğdu...
Bu doğan hilâl hürmetine, indirilmiş Kur'ân hürmetine, gönderilmiş Sultan hürmetine bize idrak, bize şuur, bize istikamet ihsan eyle Rabbim!..
Ramazan mevsiminde CamilerFeyyaz İnançDünden devam...
Çocukluğun dünyasında mescitler, camiler, hocalar, minber ve mihrab minare; her an mana çiçeklerinin aklın derinliklerine gül diliyle, yazılıp işlenmesidir.
Ramazan'ın gelişiyle minareler arasına asılan mahyalarla "Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan" yazıları, levhaları, hadis-i şerif ve ayet-i kerimeler iman ve insan medeniyetinin, güneşler gibi parıldaması değil midir?
Camilerin işaret kandilleri yandı bakın. Gemilerden kaptan ve mürettebat mahyaları, kandilleri nasıl da derin derin seyrediyorlar. Kandillerden bekliyorlar haberi. İftarın açılışını ve doğuşunu orucun esrarlı kapısında bekleyişin ardında "iftar sarayına" girişin nazik çağrısı ve başlayış nuru kandiller.
Camilerin büyük kubbelerine tutunup 1001 ışıkla cemaati aydınlatan billur camlar, şamdanlıklar, avizeler...
Cami evimiz. Cennetten bir köşe. Omuz omuza, saf saf huzur-u ilahi'ye duruşun. İbadete koşuşun tadı.
Bütün bu anlatılanların gönüllere kazındığı işlendiği, okunduğu çocukluk bahçesinde camii sevgisi, görgüsü ve itikadını buram buram yaşayanlara ne mutlu.
Yazımı camilerimizin tevhid kalemleri, şahadet parmakları olan minarelerimizde okunan "Ezan" ile ilgili bir kaç beyitle bitiriyorum.
"Afakı inletiyor ilahi, ismin namın
Bu ezanlar ki elbet temelidir İslâm'ın
Nice yüz bin minareden revan olur göklere
Kalbi zemin titreşir, vahdetin iner yere
Vecde gelir bu sesle dağlar, taşlar, denizler
Şevk ile arşa kadar artık yükseleyim der
Cihan başka cihandır, yerde gökte her varlık
Rabbi tesbih ederler huzur içinde artık
Olur bütün gönüller gündüzler gibi aydın
Başlar dillerde tevhid, başlar dillerde yadın.
Fıkıh KöşesiZekatın farz olmasının şartlarıDünden devam...
3. Zekâtı verilmesi gereken mal, gerçekten veya hüküm bakımından artıcı bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekât gerekmez. Nisab miktarından fazla olması hükmü değiştirmez.
Gerçekten artıcılık, ticaret veya doğurma ve üreme yolu ile olur. Ticaret için kullanılan herhangi bir eşya ve hayvan zekâta bağlı olduğu gibi, dölünü veya sütünü almak için, yılın çoğunu kırlarda otlayarak idare eden ve "Saime" adını alan hayvanlar da zekâta bağlıdır. İleride anlatılacaktır. Hüküm itibariyle artış da, çoğalmaya ve artmaya elverişli bulunan ve sahibinin veya vekilinin elinde olan altın ve gümüşteki geçerliliktir. Altın ve gümüşün maddeleri ile ihtiyaçlar giderilemez. Bunlar ticarette kullanılmak ve malların değiştirilmesinde vasıta olmak yolu ile ihtiyaçları karşılar. Bu yönü ile bunlar, yaratılış bakımından artmaya ve ticarete mahsustur. Onun için elde bulunan altın ve gümüş paralar, külçeler ve süs eşyaları, kendileriyle ticarete niyet edilmese veya bunlar nafakaya ve ev satın alınmasına harcanmak üzere saklansa bile, nisab miktarına ulaşınca zekâta tâbi olurlar.
4. Zekâtın gereği için, tam bir mülkiyet bulunmalıdır. Bir malın mülkiyetiyle beraber onun elde de bulunması gerekir. Onun için bir kadın mehrini eline geçirmedikçe, onun zekâtı ile yükümlü olmaz. Çünkü o mehre (nikâh bedeline) malik ise de, onu eline geçirmiş değildir. Yine, elinde rehin mal bulunan bir kimseye, rehinden dolayı zekât gerekmez. Çünkü rehin, bir borç karşılığıdır. Bunda malikinin ele geçirip sahip olma hakkı yoktur. Satın alınıp da henüz ele geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde olarak zekâta bağlıdır. Bu nisaba girer ve ondan zekât vermek gerekir. Yolculuk halinde bulunan kimse de, malının zekâtını vermekle yükümlüdür. Her ne kadar o, malını elinde bulundurmuyorsa da, vekili aracılığı ile onu kullanmaya gücü vardır.
5. Zekât gerekmesi için, bir mal üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunmalıdır. Buna "Havl-i hevelân" denir. Çünkü bu zaman içinde artış ve çoğalma gerçekleşir, döllenme ve üreme olur. Mevsimlerin değişmesiyle ihtiyaçlar ve fiyatlar değişir.
Şöyle ki: En az nisab miktarında olmak şartı ile artmaya elverişli bir mal üzerinden tam bir kamerî yıl geçip son bulmadıkça ona zekât gerekmez. Nisab miktarı hem senin başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu miktarın sene ortasında azalması, zekâtın verilmesine engel olmaz. Aksine olarak sene içinde artan mal da, sene sonunda diğer mal ile beraber zekâta tâbi olur.
Örnek: Bir kimsenin (1364) senesi başında temel ihtiyaçlarından fazla iki yüz dirhem gümüş miktarı artıcı bir mal, sene sonuna kadar devam etse, bundan beş dirhem zekât vermek gerekir. Bu mal, sene ortasında yüz dirheme indiği halde, sene sonunda yine iki yüz dirhem miktarına çıkmış bulunsa, yine beş dirhem zekât gerekir.
Ömer Nasuhi Bilmen / Büyük İslam İlmihali
LâtifelerArap şâirlerinden Ebu Nüvâs, Mısır sultanlarından birini medh edip bir kasîde söyledi. Ve sultanın huzuruna varıp kasîdesini arz eyledi. Sultanın iyi vakti değilmiş ki, kasîdeye ilgi gösterip Ebu Nüvâs'a iltifat olunmadı.
Sultanın çok sevdiği, şöhreti ülkeyi tuttmuş Sâfiye isminde şarkıcı Habeşî bir câriyesi vardı. Sultan câriyeye yakası ipek ve sırmalarla süslü, gerdanlığının saçakları baştan başa çiçekli mücevherler ve ışıl ışıl kıymetli taşlarla bezenmiş bir elbise vermişti. Ebu Nüvas'ın dileği kabul ve kasîdesi Sultanın huzurunda makbul olmayınca dışarı çıkıp, utanmayı bir yana atarak hemen Sultanın hasları içinde bu beyiti okudu:
Lekâd zâ'a şîrî alâ bâbiküm
Kemâ zâ'a dürrün alâ Sâfiye
(Huzurunuzda söylediğim şiir kayboldu; incilerin Sâfiye'nin üzerinde kaybolduğu gibi.)
Sonra bu beyit Sâfiye'nin kulağına gitti. Gayet huzursuz olup sultan yalnızken yanına girip:
-Ebu Nüvâs seni ve beni hicv etmiş ve hakımızda şöyle bir beyit söylemiş, dedi. Sultan hışımla Ebu Nüvâs'ı yanına çağırtıp:
-Bu beyiti sen mi dedin? diye sordu. Ebu Nüvâs:
-Evet, beyit benimdir. Amma bir çeşit tahrifle bazı yerlerini bozup sultanın huzuruna yanlış nakl etmişler. Aslında ben kulunuz Sultan ve Sâfiye'yi medh edip bu beyiti şu şekilde demiştim:
Lekad zâ'e şîrî alâ bâbiküm
Ke mâ zâ'e dürrün alâ Sâfiye
(Huzurunuzda söylediğim şiir parladı; incilerin Sâfiye üzerinde parladığı gibi.)
Sultan, Ebu Nüvâs'ın yaratılışına hayran olarak hazır cevaplılığını övüp Sâfiye'yi teselli ile Ebu Nüvâs'a bol ihsanda bulundu.
Gönül DostlarıMevlânâ Hâlid-i BağdâdîBağdat Vâlisi Dâvûd Paşa'nın vezirliği esnâsında Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağmaladılar. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerine geldi. Huzurlarına girip, başından geçen hadiseyi arz ederek; "Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim" dedi. Mevlânâ Hâlid Hazretleri, yanlarındaki on yedi bin kitabı o âlime hediye ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Bağdât'taki vazîfesini tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam'a gitmek üzere hazırlandı. Âile fertlerinden bazılarını Bağdat'ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid Hazretleri kendilerine gelen mânevi işâretin Şam'a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam'a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Sefvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: "Pekçok yardımcımla Mevlânâ Hâlid'in kafilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbeseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimin önünde büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü. Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah'ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; "Aman aman, effedin affedin!" diye bağrıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid'i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfar eyledik."
Sağ sâlim Şam'a gelen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri, Ümeyye Câmiindeki Gazze büyüklerini Halvethânesine girdi. Şam'a bu gelişi sırasında Seyyid İsmâil Efendinin kızı Aîşe Takıyye Hanımla evlendi. Sonra Bağdat'ta kalan hanımı ve âile fertlerinin de getirilmesini emretti.
Âlim ve fazilet sahibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hafız Urfalı anlatır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Bağdat'ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn'in Şam'a gelmesi için mektup yazınca onlar yola çıkıp Urfa'ya geldiler. Bu esnâda Mevlânâ Hâlid Hazretleri bana hitâben; "Hafız! Çoluk çocuğumuz Urfa'ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lakin Şihâbüddîn vefat eyledi" buyurdu. Bu sözün söylendiği tarihi yazdım. Sonra Urfa'ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn'in vefâtı vâki olmuştu.
Ramazan SofrasıPRENSES TATLISI
(4 Kişilik)
Malzeme : 60 gr. Tereyağ, 20 gr. Şeker şurubu, 220 gr. 60 gr. Şeker, 3 şeker kaşığı Nescafe, 320gr.Süt, 30 gr. Nişasta, 2 ad. Yumurta, 2 ad. Yaprak jelatin, 320 gr. Vurulmuş şanti, 2 ad. Yumurta beyazı.
Tarif : Tereyağı ısıtılıp, şurup tereyağına karıştırılıp, kalıpların içine kabuk yapılıp dondurulur. Daha sonra şeker, nescafe, süt kaynatılır. Nişasta ve yumurta ile sübye yapılıp, kaynatılan süte ilave edilir. Kaynatılıp, soğutulur ve yaprak jelatin, krem şanti ve yumurta beyazı ile mikserde karıştırılır. Hazırlanan kalıplar çıkarılır. İçine hazırlanan karışım doldurulup, çilek sos ile servis edilir.Afiyet Olsun