Molla Câmî
Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne kadar çok sevdilerse, İran'daki Safevi şahları da o kadar çok düşmanlık ettiler. Ashâb-ı Kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada, Molla Câmî'nin oğlu, babasının kabr-i şeriflerini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklardan, kabirde bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh İsmîl de, kendi devrinde Herat'ı zaptettiği zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahman Câmî'nin nerede bir kitabı görülürse, kitabın üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasını kazıyıp, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse) olsun. "Bu hadiselere Horasanlı âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin yeğeni; Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şah'ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç tıraşsız haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da hâmi yazdırayım derken hamlık etti" demekten kendini alamadı.
Molla Câmî'nin meclisine bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden, takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir" dedi. Onun bu hâline Molla Câmî, üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle" buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle kopran birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur" deyince, Molla Câmî, de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur" buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak sünnettir" dedi. Molla Câmî, de; "Çok konuşmak mekruhtur" buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.
Bir kimse Molla Câmîye gelerek; "Bana öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanayım" dedi. Molla Câmî; "Hocam Sâdüddin-i Kaşgâri'ye de aynı suali sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgul olun, kalbinizden kötü huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek istedi" buyurdu.
Molla Câmî'yi çok sevenlerden biri anlattı: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî ile hacca berâber gitmiştik. Bağdat'a geldiğimizde hastalandım. Her geçen gün hastalığımın arttığını hissediyor, öleceğimi sanıyordum. Mevlânâ Hazretleri de ziyâretime hiç gelmemişti. Bunun için de ayrıca üzülüyordum. Aradan günler geçtiği hâlde, yataktan kalkamıyordum. Birgün arkadaşımızın biri koşarak yanıma gelip; "Mevlânâ Câmî seni ziyaret için geliyor" diyerek müjdeledi. Bu sevinçli haber, bende yatağımdan doğrulacak kadar bir kuvvet meydana getirdi. Yatağın içine oturup beklemeğe başladım. Derken odama girdi. Onun girmesiyle, loş odam birden aydınlanıverdi. Yatağımın kenarına oturdu. Hâlimi, hâtırımı sordu. Buna cevap olarak; "Aşıkların ümid içinde yüz yıl bile bekleyeceğini" bir şiirle anlattım. Başını önüne eğip, gözlerini yumdu ve bir müddet murâkabeye vardı. O ânda benden bir ter boşanmaya başladı. Başını kaldırıp bana; "Terlemeğe başladınız, yatağa giriniz. İnşâallah tez zamanda iyi olacaksınız" buyurdu. Odamdan ayrılıp gittikten sonra, yatağa girdim. Yatakta beni şiddetli bir ter bastı. Terimi kurulamak için doğrulduğumda, hiçbir şeyimin kalmadığını gördüm. Mevlânâ Câmî Hazretlerinin teveccühleri bereketi ile hastalıktan kurtuldum."
Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne kadar çok sevdilerse, İran'daki Safevi şahları da o kadar çok düşmanlık ettiler. Ashâb-ı Kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada, Molla Câmî'nin oğlu, babasının kabr-i şeriflerini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklardan, kabirde bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh İsmîl de, kendi devrinde Herat'ı zaptettiği zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahman Câmî'nin nerede bir kitabı görülürse, kitabın üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasını kazıyıp, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse) olsun. "Bu hadiselere Horasanlı âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin yeğeni; Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şah'ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç tıraşsız haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da hâmi yazdırayım derken hamlık etti" demekten kendini alamadı.
Molla Câmî'nin meclisine bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden, takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir" dedi. Onun bu hâline Molla Câmî, üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle" buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle kopran birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur" deyince, Molla Câmî, de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur" buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak sünnettir" dedi. Molla Câmî, de; "Çok konuşmak mekruhtur" buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.
Bir kimse Molla Câmîye gelerek; "Bana öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanayım" dedi. Molla Câmî; "Hocam Sâdüddin-i Kaşgâri'ye de aynı suali sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgul olun, kalbinizden kötü huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek istedi" buyurdu.
Molla Câmî'yi çok sevenlerden biri anlattı: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî ile hacca berâber gitmiştik. Bağdat'a geldiğimizde hastalandım. Her geçen gün hastalığımın arttığını hissediyor, öleceğimi sanıyordum. Mevlânâ Hazretleri de ziyâretime hiç gelmemişti. Bunun için de ayrıca üzülüyordum. Aradan günler geçtiği hâlde, yataktan kalkamıyordum. Birgün arkadaşımızın biri koşarak yanıma gelip; "Mevlânâ Câmî seni ziyaret için geliyor" diyerek müjdeledi. Bu sevinçli haber, bende yatağımdan doğrulacak kadar bir kuvvet meydana getirdi. Yatağın içine oturup beklemeğe başladım. Derken odama girdi. Onun girmesiyle, loş odam birden aydınlanıverdi. Yatağımın kenarına oturdu. Hâlimi, hâtırımı sordu. Buna cevap olarak; "Aşıkların ümid içinde yüz yıl bile bekleyeceğini" bir şiirle anlattım. Başını önüne eğip, gözlerini yumdu ve bir müddet murâkabeye vardı. O ânda benden bir ter boşanmaya başladı. Başını kaldırıp bana; "Terlemeğe başladınız, yatağa giriniz. İnşâallah tez zamanda iyi olacaksınız" buyurdu. Odamdan ayrılıp gittikten sonra, yatağa girdim. Yatakta beni şiddetli bir ter bastı. Terimi kurulamak için doğrulduğumda, hiçbir şeyimin kalmadığını gördüm. Mevlânâ Câmî Hazretlerinin teveccühleri bereketi ile hastalıktan kurtuldum."