Savaş politikaları ve şiddetin dünyayı ne hâle getirdiği ortada. Kendi toplumumuzda da durum içler acısı; siyasetçilerin beceriksizlikleri, iç politikadaki seviyesizlikler, dış politikada ABD eksenine oturmuş bir Türkiye.
Barış, uzlaşma ve birlikte yaşama kültüründen koparılmış, yoksun bırakılmış toplumumuz.
Sorumluluk listesinin başında ülke yönetiminde yer almış olanların aymazlığı ve de devlet adamı kumaşlarının defolu oluşudur. Güvenmek zorunda kaldığımız dağlara kar yağınca, bu zor günlerde iş, kültür ve san’ata kaldı.
Sisasette yaya kaldığımıza göre, hele hele ileri hallerimiz de fos çıktığından, kalan sağlar bizimdir, diyoruz ve san’ata dönüyoruz. İleri demokrasinin ardından sıra ileri sanata gelmeden konuyu yoklayalım:
Bilim, bilinenlerden yola çıkararak, bilinmeyeni araştırıyor. Böylece kendi özel konusunu oluşturan olaylar arasında, değişmez genel ve kesin ilişkileri kuruyor.
Teknik; o daha çok, bilimin elde ettiği bulguların günlük yaşantımızdaki ihitiyaçlarımıza uygulanmasına yarıyor. Bu bakımdan teknik, bilimin pratik ihtiyaçları karşılaması şeklinde tanımlanabilir.
San’ata gelince; o bilim ve teknikten çok daha başka bir amacın peşinde koşmakta, güzeli ve yeniyi araştırmaktadır. Güzel ve yeni ise, ne bilimin aradığı gerçek ve doğruya, ne de tekniğin aradığı yararlı ve kullanışlıya hiç benzemez. Özgürlük ve değişikliğin ağır bastığı yanıyla, onun yapısı ve dokusu bambaşkadır.
San’atın gerekliliği inkâr edilemez. Bâzan bunalıma kapılarak, kendisini “Lüzumsuz adam” sanan ya da sayan san’atçının şu kuşkucu alınganlığı bile, topluma ne denli gerekir olduğunun kesin bir kanıtıdır. San’at özgürlük ister. San’atçı dilediği yolu tutturur. Ancak, şurası da bir gerçektir ki, tarih boyunca san’at dünyası, san’atın her türlü “sahte” ürün, davranış, kimlik ve kişiliklerden çok zarar görmük, sık sık yozlaşma olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Başka deyişle san’at, çeşitli çeşitli amaçlar için, sırf san’atçı duyarlılığının çok ötesinde birtakım girişimlere “alet” edilme olayları yaşamıştır, zaman zaman yaşayacaktır da. San’atı ve san’atçıyı korumak, san’atın eğitimini amaçtan yoksun bırakmamak; insanlığın, toplumun san’at gerçeğiyle yalnız kalmasını sağlamak için, her ulusun kendine özgü, güçlü bir san’at politikasını yönetime getirmesi zorunludur. San’atın yok sayıldığı ülkemizde, işbaşındaki bu politikacılarla mı bunu başaracağız. Bunlarla olmayacağı kesin.
Buradan tüm fikir ve sanat üretenlere sesleniyorum:
Baskı, korku, yıldırma politikalarının ilâcı san’at ve san’atçıdır. Hepiniz birleşin, yasal platformda örgütlenerek, sizleri kullanmak ya da ezmek isteyenlere karşı hak arama özgürlüklerimizi, demokratik protesto eylemlerini sonuna kadar kullanın. Toplum, san’atla iyileşebilir.
Tarih zemininde san’atı yokladığımızda san’at toplumsal değerlerin en önemlileridir ve bu açıdan san’at, toplumsal değerlerin simgesi, olarak tanımlanır.
Hukuk penceresinden baktığımızda san’at ve san’atçının doğal ihtiyacı özgürlüktür. San’atın insana olan yakınlığı, bir yerde onunla özdeşleşmesi, toplum içinde, bireyden yığınlara kadar uzanan geniş kapsamlı insan olgusunu içerir. Bu niteliğiyle san’at, ulusal sınırların ötesinde evrensel bir boyuta sahiptir. Kişiye hak ve özgürlüklerin tanınması genellikle bir iç hukuk sorunudur. Ne var ki, İnsan Haklarının uluslararası alanda ele alındığı görülüyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve İnsan Hakları Sözleşmesi bu anlamda belgelerdir. Düşünce özgürlüğü, san’at özgürlüğü ile içiçedir. Düşünceyi ifade etme, başkalarına aktarma noktasında san’at karşımıza çıkmaktadır. San’at düşünceyi açıklama yollarından biridir. Demokrasiden nâsibini almamış, açıklanmamış düşünceyi bile cezalandıran zihniyete karşı sağlam duruşu, sanatçı ve san’atın gücü gösterecektir.