Bush yönetimi, 11 Eylül sonrası ABD dış politikasının eksenindeki istikrar kavramını demokrasiyle değiştirdi. ABD, istikrar adına yıllarca desteklediği diktatörlüklere içi boş bir demokrasi götürmek için ayaklanma kışkırtıyor Genelde jandarma olgusu düzen ve istikrarı, gerilla ifadesi ise değişim ve ayaklanma olgularını çağrıştırır. 11 Eylül sonrasında ABD hükümetinin dünyanın jandarmalığını bıraktığını ve dünyanın gerillası gibi davranmaya meylettiğini düşünüyorum. 11 Eylül sonrasında, ABD dış politikasının ana ekseninde yer alan 'istikrar' kavramının yerine 'demokrasi' kavramı ikame edildi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin, dünyanın gelişmekte olan bölgeleri ile ilişkisinin temelinde 'istikrar' kavramı vardı. Soğuk Savaş yıllarında ABD kendi etki alanı içinde gördüğü bu bölgelerde, Sovyetler Birliği'ni dengelemeye yönelik bir tutum içindeydi. Gelişmekte olan ülkelerde iktisadi anlamda kalkınmayı sağlayabilmek için öncelikle istikrarı sağlamak gerektiği görüşü Berlin Duvarı yıkılana kadar olan dönemde son derece yaygındı. İstikrarı sağlamak uğruna, Ortadoğu, Orta ve Güney Amerika'da neredeyse 'karşı-ayaklanma' (kontr-gerilla) eylemleri bile meşruiyet kazanmış, demokratikleşmeye yönelik sivil toplum hareketleri kösteklenmiş ve siyasal alan daraltılmıştı. Çünkü, 1980'li yıllarda iktisadi kalkınma ve istikrar arasında doğrudan ilişki kuran görüşler, Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar tarafından da benimsenmiş ve bunlara gelişmekte olan ülkelere önerilen paket programlarda yer verilmişti. İthal ikameci sanayileşmeden ihracata yönelik sanayileşmeye geçebilmek için gelişmekte olan ülkelere yabancı sermaye girişi sağlanmalıydı ve yabancı sermayenin girişinin koşulu ise istikrardı. Bu bağlamda ağızlara sakız olan kavram 'istikrar' idi. Bu istikrar arayışı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilim disiplinlerinin hemen hemen hepsini etkisi altına alan 'gelişme çalışmaları'nın (Development Studies) evrilmesine koşutluk etti. Gelişme çalışmaları ile devlet-merkezli sosyal bilimler yaygınlaşmaya yüz tuttu. İkinci Dünya Savaşı öncesinde etkili olan 'medeniyet' odaklı çalışmaların yerini devlet-eksenli araştırmalar almaya başladı. ABD ve sosyal bilimler İkinci Dünya Savaşı öncesinde, sosyal bilimlerde, Avrupa ağırlıklı çalışmalar egemenken, araştırmaların ekseninde genellikle Avrupa medeniyetinin neden daha fazla ilerlemiş olduğu sorusu yer alıyordu. İkinci Düya Savaşı sonrası dünya, ABD'nin gerek uluslararası ilişkilerde gerekse de sosyal bilimlerde öne çıkması temelinde şekillendi. Ünlü Fransız sosyolog Alaine Touraine'in ifadesiyle bu dönemde, 'Avrupa düşüncesi Amerikanlaşmaya yüz tuttu'. Avrupa düşüncesi Amerikanlaşırken, sosyal bilimlerde ABD dış politikasına koşut bir istikrar arayışı öne çıkmaya başladı. Örneğin, 1960'larda, ABD'de ortaya çıkan ve Camelot adı verilen araştırma projesini yürüten sosyal bilimcilerin amaçları ABD dış politikasının amaçları ile açıkça örtüşüyordu: Yunanistan, Küba, Filipinler, Dominik Cumhuriyeti ve Vietnam'da sosyal hareketlilik ve değişim amaçlayan güçleri saptamak ve bunları engellemek. Bu engelleme eylemlerini gerçekleştiren karşı ayaklanmacı güçlere kontr-gerilla adı veriliyordu. Kısacası değişim isteyen ayaklanma (gerilla) güçleri karşısında konumlanacak karşı ayaklanma güçlerini destekleyen ABD dış politikası sosyal bilimlerde de etkili oldu. 'Demokrasi'nin içi boşaldı 1980'lere gelindiğinde ABD dış politikası ve gelişme çalışmaları arasındaki ilişkiler ortaya serilmeye başladı. Bu çalışmaları yürüten başlıca akademisyenlerin resmi dış politika kurumları ile ilişkileri ve araştırma fonlarının kaynakları didiklendi. Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler Birliği parçalandıktan sonra ise, 1993 yılında, gelişme çalışmalarının en ünlü temsilcilerinden birisi olan Samuel Huntington, sosyal bilimlerde 'medeniyet' eksenli analizlere dönüşün habercisi olan ünlü 'medeniyetler çatışması' tezini dile getirdi. Bu tezi dile getirenin Huntington olması oldukça ironik idi. Çünkü Huntington, uzun yıllar istikrar temelli, değişim karşıtı gelişme çalışmalarına öncülük etmişti. Kurumsallaşmanın toplumsal hareketliliğin gerisinde kaldığı dönemlerde ortaya çıkacağını öngördüğü 'siyasal çürüme' nosyonu ve askerlerin ilerleme ve istikrarla olan olumlu ilişkisine yaptığı vurgu, istikrar odaklı çalışmaların belki de en önemlilerinden biriydi. Medeniyetler çatışması tezi, ABD'nin gelişmekte olan ülkelerde istikrara yönelik ilgisinin eskisi kadar yoğun olmadığının; bir anlamda da bu ülkelerden boşanmasının ilanı gibiydi. Artık bu ülkeleri etkisi altına alma olasılığı olan büyük rakip, Sovyetler Birliği, parçalanmıştı. Huntington'ın Ortadoğu ile ilgili yeni tespitleri İslam ağırlıklı idi. ABD'nin 'istikrar' dayatması yerini kültürlerarası kopuşa yapılan vurguya bırakmaya başladı. Huntington istikrar saplantısını terk ederken, Müslüman toplumları dönüştürmenin olanaksızlığından da dem vuruyor ve neredeyse Batı medeniyetleriyle Müslüman dünya arasındaki boşanmayı ilan ediyordu. ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik dış politikası, 11 Eylül sonrasında demokratikleşme söylemine doğru evrilirken, ara dönemde (yani 1990'larda) Huntington'ın medeniyetler çatışması tezinden fazlasıyla beslendi ve Müslüman kültürlerle şiddetli geçimsizlik düşüncesinin temelleri bu yıllarda atıldı. 11 Eylül sonrasında ise, ABD'nin karşısındaki yeni düşman artık çokuluslu bir olgu olan 'Müslüman terör' olarak tanımlandı. Hatta 11 Eylül'ün hemen ertesinde dili sürçen Başkan Bush, yeni 'Haçlı seferleri'nden söz etti. Amerikalı sosyal bilimciler, öncelikle terörün neden kendilerini vurduğu üzerinde kafa patlatmaya başladılar. Böylelikle, yıllarca istikrar uğruna destek verdikleri diktatörlüklerin, askeri rejimlerin eleştirisini yapmaya başladılar. Özellikle ABD'nin Ortadoğu'da istikrar uğruna baskıcı rejimlere verdiği desteğin, bölge halklarının gözünde Amerikan karşıtlığına yol açtığı tespitleri yapıldı. Bunun sonucunda ABD dış politikası ciddi bir biçimde vites değiştirdi ve 'demokratikleşme' teması öne çıkmaya başladı. 2003 yılına gelindiğinde Bush hükümeti Büyük Ortadoğu ya da daha sonraki adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi'ni dillendirmeye başlamıştı. Kısacası ABD, Ortadoğu'da karşı ayaklanma yerine, değişim yanlılığının tellallığını yapmaya başladı. Bush hükümetinin ve onun danışmanı neo-konların demokrasi odaklı konuşmaları demokrasi kuramındaki bütün referans noktalarını altüst etti. Bu durumda 11 Eylül sonrasında sosyal bilimlerde demokratikleşme temasına vurgu yapılacağı çıkarsamasını yapmak mantıksız olmaz. Zaten şimdiden içi boşaltılmış bir demokrasi olgusunun önlenemez yükselişi ile karşı karşıyayız. Bütün bu gelişmeler ABD hükümetinin değişim sözcülüğü adı altında, Birleşmiş Milletler'i kale almadan savaş çığırtkanlığı yapmasını getirdi. Artık istikrar için karşı ayaklanmaya destek vermek yerine, demokratikleşme için bizzat ayaklanmayı kışkırtan bir ABD var. Adeta ABD dünya jandarması yerine dünya gerillası oldu. İstikrarın yerini değişim ve demokratikleşme aldı. Değişim savaş yolu ile tetiklenmeye çalışıldığı için de, hemen her yerde seçkinler içinde askeri seçkinlerin siyasal seçkinler üzerindeki nüfuzu arttı. ABD hükümetinin 11 Eylül sonrası demokrasi tellallığı, demokrasi kavramını bir anlamda piçleştirdi, içinin boşalmasına neden oldu. Savaş ve demokrasi birlikte anılmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında istikrar kavramını diline dolayan ABD hükümetleri, 11 Eylül sonrasında değişim ve demokrasi kavramlarını ağızlarına sakız ettiler. Demokrasi tanımı içinde yer alan tüm taşlar yerinden oynadı. 11 Eylül sonrasında değişim ve demokrasi iktidar sahiplerinin, istikrar ise kitlelerin diline düştü. Adı istikrar ile bütünleşen muktedirler değişimci ve demokrat, ayaklanmaya meyilli olan kitleler ise istikrar yanlısı ve değişim karşıtı oldu. ABD'nin gerilla gibi davrandığı bir dünyada ayaklanmanın ve değişimin demokratikleşme ile sonuçlanacağı da şüphe götürür bir hal aldı.Ayşe Kadıoğlu/ Radikal