‘Ben, yalnız Hak’tan korkarım’
Ben, yalnız Hak’tan korkarım, yalnız O'ndan bir şeyler beklerim. Yerdekiler, göktekiler, dünya ve öbür âlemin sakinleri bana bir iyilik veya kötülük yapamaz. Zaten onlardan böyle bir şey ummam
04.05.2023 09:02:00





"Ben, yalnız Hak'tan korkarım, yalnız O'ndan bir şeyler beklerim. Yerdekiler, göktekiler, dünya ve öbür âlemin sakinleri bana bir iyilik veya kötülük yapamaz. Zaten onlardan böyle bir şey ummam.
Bâzı büyüklere: - Rabbini görüyor musun? diye sordular.
- Görüyorum, cevabını aldılar. Görüş şeklini sorunca da şöyle anlattı:
- O'nu görmesem yerimde duramam. O'nun varlığı gözlerimi kaplar, gözlerim öylece Rabbimi görür. O cennette nasıl görülmesini diliyorsa, burada da öyle görüyorum, Gözlerim, O'nun varlığını, sıfatını, ihsanını, lütfunu, iyiliğini ve esirgemesini görür.
Ebu'l-Kasım Cüneyd şöyle derdi:
- Benim sofi grubu ile işim yok. Esas mesele insanın kendi varlığından arınmasıdır. O olunca kalben Hakk'a sefir olur. Hiç kimse sofî olamaz. Olması için Peygamber (s.a.a.v) efendimizi rüyada görmesi, ondan emirleri ve yasakları öğrenmesi icap eder. Bu hâli bulunca, kalbi yücelere çıkar, sırrı temiz olur ve şahın kapısına varır. Eli, Peygamber (s.a.a.v) eli ile bir olur.
Bâzı büyükler şöyle temel bir kaide zikretmişlerdir: Allah'a tâat üzere olan kula marifet hâli verilir.
İsyan yolunu tutarsa, o hâli elinden alınmaz. Kıyamet günü olunca marifet hâlinde iken yaptığı hataların cezası kat kat artırılır. Ve o marifet, elde bir hüccet olur.
İman sahibinin kalbine, meleklere has bâzı hatıralar gelir. O imanlı zâtın kalbi ayık olduğu için, yanına gelip duran hatırayı anlar ve sorar: - Kimsin, nesin, neredensin?
Buna karşılık o hatıra şöyle der: - Ben peygamberlik makamından nasibinim, Hak'dan geliyorum, gerçeğim. Ben sevgilidenim, daima sana yakın olandanım...
Bu konuşma ve anlaşma sonu, o kulun içi nurla dolar. Gözü O'nu görür, kulağı O'nu işitir.
Artık görür ki, o nur halveti seviyor, bulunduğu ülkeden gider. Bu arada peş peşe bir sürü hâl gelir. Her gelen hâl, bir sıkıntı verir. Tâ, sessizlik kaplayıncaya kadar... O geldikten sonra, tümden konuşma olur. O daima dinler. Bakıldığı zaman, sanki bir yana kulak vermiş, bir şeyler dinliyormuş gibi sanılır…
Sana şimdilik pek söz hakkı tanınmaz; tâ, vücudunu kaplayan kabuk kırılıncaya ve şeriat kanatları seni bağrına basıncaya, işinden ulvî şadalar gelinceye kadar... İşte o zaman fazilet danelerini toplar, onları aldığın için de her şeyden üstün tutulursun.
Bu sözlerden sonra, kendini halka üstün tutup onlara karşı sözde yetkili görme. Onları Allah'a çağırmak için manevî bir cezbeye tutulman ve salâhiyet sahibi kılınman gerekir, öğüt vermek için, manevî bir vazife almış olman icab eder.
Zahiren yapılması icab eden işleri ve dış durumu önce tahkim et, sonra bak, Hak yakınlığı tadından neler duyuyorsun ve O'nunla olan münacaatından nasibin nasıl?
Halk, yalnız taamın âşıkıdır. Konuşmaya devam ederim, yanımda yalnız yokluk vardır. Bana göre, yer ve gök yokluk içindedir. Ve onların ne faydasını ne de zararını umarım. Zararı ve faydayı yalnız Allah verir.
Geylânî Hazretlerine, biri şöyle sordu: - Bazı büyükler, Hak yolcusunu, fitnet (keskin zekâ) sahibi olmadan yakalayınız, buyurdu... Mânası nedir?..
Şu cevabı aldı: - O yolcuyu namazda ve oruçta devamlı etmeye bakınız. Bu hâlinde o, Hakk'a yakınlığını ve O'nun lûtfuna gark olduğunu bilmesin.
Şayet bilecek olursa tembelliğe sapabilir. Sen şirkinle maddî eşya talebinle bunu arzularsın. Rastgele herkesi taşlamakla bu hâlin elde edileceğini umarsın.
İnsanların her biri maddî ve geçici şeylerle olmaya baktı. Kimi şöhretin kulu, kimi parasına tapmış...
Kimi başındaki şaha tapar, kimi nefsinin ve giydiği libasın kulu... Bunlar tamamen dalâlet içinde. Bâzı ibâdet eden kullara bakınca onların da tam halis niyeti bulunmadığı görülür.
Onların da kimi orucuna güvenir, kimi kıldığı namazın kendini kurtaracağını sanır ve avunur. Bazı kimseler de rivayetlerle geçinir. Bir kısım şahıslar cehennemden korktuğu için necat bulacağını sanır. Diğer şahıslar da sadece cennet sevgisini bilir ve bunu bir halâs çaresi sayar.
O kimse ki, uyanıktır; kalbi Allah aşkı ile doludur. O'nunladır, varlığını O'na vermiştir, halka karşı ruhen bir istiğna duyar ve dilencilik etmez. İşte böylesi lâzım. Yeryüzünü geziniz. Böylesini bulursanız, hemen bağlanınız.
İman sahibinin hüznü yüzünde, sevinci kalbinde olur. Bu hâl zamanla aksine de döner ve yüzde sevinç, kalpde hüzün olabilir.
Yüzden gösterilen keder gösterisi halka edep belletmek için olur... Kalbe dolan sevgi ise, kaza ve kaderden gelen müjde ile olur." (Abdülkadir Geylani Hazretleri Fethu'r Rabbani eserinden)
Bâzı büyüklere: - Rabbini görüyor musun? diye sordular.
- Görüyorum, cevabını aldılar. Görüş şeklini sorunca da şöyle anlattı:
- O'nu görmesem yerimde duramam. O'nun varlığı gözlerimi kaplar, gözlerim öylece Rabbimi görür. O cennette nasıl görülmesini diliyorsa, burada da öyle görüyorum, Gözlerim, O'nun varlığını, sıfatını, ihsanını, lütfunu, iyiliğini ve esirgemesini görür.
Ebu'l-Kasım Cüneyd şöyle derdi:
- Benim sofi grubu ile işim yok. Esas mesele insanın kendi varlığından arınmasıdır. O olunca kalben Hakk'a sefir olur. Hiç kimse sofî olamaz. Olması için Peygamber (s.a.a.v) efendimizi rüyada görmesi, ondan emirleri ve yasakları öğrenmesi icap eder. Bu hâli bulunca, kalbi yücelere çıkar, sırrı temiz olur ve şahın kapısına varır. Eli, Peygamber (s.a.a.v) eli ile bir olur.
Bâzı büyükler şöyle temel bir kaide zikretmişlerdir: Allah'a tâat üzere olan kula marifet hâli verilir.
İsyan yolunu tutarsa, o hâli elinden alınmaz. Kıyamet günü olunca marifet hâlinde iken yaptığı hataların cezası kat kat artırılır. Ve o marifet, elde bir hüccet olur.
İman sahibinin kalbine, meleklere has bâzı hatıralar gelir. O imanlı zâtın kalbi ayık olduğu için, yanına gelip duran hatırayı anlar ve sorar: - Kimsin, nesin, neredensin?
Buna karşılık o hatıra şöyle der: - Ben peygamberlik makamından nasibinim, Hak'dan geliyorum, gerçeğim. Ben sevgilidenim, daima sana yakın olandanım...
Bu konuşma ve anlaşma sonu, o kulun içi nurla dolar. Gözü O'nu görür, kulağı O'nu işitir.
Artık görür ki, o nur halveti seviyor, bulunduğu ülkeden gider. Bu arada peş peşe bir sürü hâl gelir. Her gelen hâl, bir sıkıntı verir. Tâ, sessizlik kaplayıncaya kadar... O geldikten sonra, tümden konuşma olur. O daima dinler. Bakıldığı zaman, sanki bir yana kulak vermiş, bir şeyler dinliyormuş gibi sanılır…
Sana şimdilik pek söz hakkı tanınmaz; tâ, vücudunu kaplayan kabuk kırılıncaya ve şeriat kanatları seni bağrına basıncaya, işinden ulvî şadalar gelinceye kadar... İşte o zaman fazilet danelerini toplar, onları aldığın için de her şeyden üstün tutulursun.
Bu sözlerden sonra, kendini halka üstün tutup onlara karşı sözde yetkili görme. Onları Allah'a çağırmak için manevî bir cezbeye tutulman ve salâhiyet sahibi kılınman gerekir, öğüt vermek için, manevî bir vazife almış olman icab eder.
Zahiren yapılması icab eden işleri ve dış durumu önce tahkim et, sonra bak, Hak yakınlığı tadından neler duyuyorsun ve O'nunla olan münacaatından nasibin nasıl?
Halk, yalnız taamın âşıkıdır. Konuşmaya devam ederim, yanımda yalnız yokluk vardır. Bana göre, yer ve gök yokluk içindedir. Ve onların ne faydasını ne de zararını umarım. Zararı ve faydayı yalnız Allah verir.
Geylânî Hazretlerine, biri şöyle sordu: - Bazı büyükler, Hak yolcusunu, fitnet (keskin zekâ) sahibi olmadan yakalayınız, buyurdu... Mânası nedir?..
Şu cevabı aldı: - O yolcuyu namazda ve oruçta devamlı etmeye bakınız. Bu hâlinde o, Hakk'a yakınlığını ve O'nun lûtfuna gark olduğunu bilmesin.
Şayet bilecek olursa tembelliğe sapabilir. Sen şirkinle maddî eşya talebinle bunu arzularsın. Rastgele herkesi taşlamakla bu hâlin elde edileceğini umarsın.
İnsanların her biri maddî ve geçici şeylerle olmaya baktı. Kimi şöhretin kulu, kimi parasına tapmış...
Kimi başındaki şaha tapar, kimi nefsinin ve giydiği libasın kulu... Bunlar tamamen dalâlet içinde. Bâzı ibâdet eden kullara bakınca onların da tam halis niyeti bulunmadığı görülür.
Onların da kimi orucuna güvenir, kimi kıldığı namazın kendini kurtaracağını sanır ve avunur. Bazı kimseler de rivayetlerle geçinir. Bir kısım şahıslar cehennemden korktuğu için necat bulacağını sanır. Diğer şahıslar da sadece cennet sevgisini bilir ve bunu bir halâs çaresi sayar.
O kimse ki, uyanıktır; kalbi Allah aşkı ile doludur. O'nunladır, varlığını O'na vermiştir, halka karşı ruhen bir istiğna duyar ve dilencilik etmez. İşte böylesi lâzım. Yeryüzünü geziniz. Böylesini bulursanız, hemen bağlanınız.
İman sahibinin hüznü yüzünde, sevinci kalbinde olur. Bu hâl zamanla aksine de döner ve yüzde sevinç, kalpde hüzün olabilir.
Yüzden gösterilen keder gösterisi halka edep belletmek için olur... Kalbe dolan sevgi ise, kaza ve kaderden gelen müjde ile olur." (Abdülkadir Geylani Hazretleri Fethu'r Rabbani eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.