Sinem Karadaş'ın bir köşe yazısında okuduğum şu cümleler dikkatimi çekti: "Prof. Dr. Haydar Baş Bey, Hacı Bektaş Kültür Merkezi'nde yaptığı son konuşmasında şunları ifade etmişti: Şimdi savaş, dinlerarası diyalog yolu ile bu coğrafyada geçmişte Müslüman olanların torunlarına, 'bakın sizin aslınız Türk değildir, eğer Müslümanlıktan çıkar, Hıristiyan olursanız o zaman siz Süryani olduğunuzu, Rum olduğunuzu anlayacak, Türk olmadığınızı göreceksiniz' dedirtmektir. Diyalogun asıl maksadı budur." (Yeni Mesaj Gazetesi, "Sürpriz Ziyaret", 7 Temmuz 2012, s.3). Günümüz Türkiye'sinin güncel gerçekliğine temas eden bu tespitleri son derece isabetli buluyorum. Bu mesele, öteden beri benim de ilgimi çekmiştir.
Özellikle Tanzimat'tan bu yana Batı emperyalizminin yayılma, işgal, istila, talan, yağma ve imha vasıtalarından biri misyonerliktir. Misyonerlik, öyle zannedildiği gibi salt iyi niyete dayalı, samimi, zararsız bir Hristiyanlık tebliği değildir; siyasi ve ekonomik boyutu da vardır. Misyonerliğin Tanzimat'tan bu yana bize dönük iki temel amacı olmuştur: 1. Osmanlı ülkesinde yaşayan farklı mezheplere bağlı Hristiyanları istedikleri mezhep çatısı altında toplamak. 2. Müslüman Türkleri Müslümanlıklarından ve Türklüklerinden şüpheye düşürüp uzaklaştırmak. Yani önce zemin temizliği bağlamında Müslüman Türk'ün iki temel kimliğini; Müslümanlık ve Türklüğünü yok etmek, silmektir. Hristiyanlık dayatmasını daha sonra doğacak bu boşluk üzerine bina etmek isterler.
Günümüzde de misyonerlik faaliyetleri bu amaca dönük olarak yoğun biçimde faaliyetlerini sürdürüyor. Misyoner deyince sadece papaz anlaşılmamalı. Misyoner denilen kişi, sosyal yardım uzmanı, gazeteci, öğretmen, bilim adamı, diplomat, tüccar, araştırmacı vs gibi değişik adlar altında çalışır.
Günümüzde dışardan Avrupa Birliği ve Amerika kaynaklı değişik odakların, içerden de onların sözcülerinin, yoğun olarak üzerinde durdukları etnik siyaseti ve bu bağlamda Türk'ün Türk kimliğini yok etmeye dönük bir gayretin içinde olmalarını şimdi daha rahat anlayabiliyoruz. Yeni anayasa çalışmalarından tutun da televizyon ve gazete yayınlarına kadar pek çok alanda Türklüğe karşı savaş açılmış durumdadır. Batı emperyalizminin, değişik ünvanlar altında gönderdiği ya da içerde görevlendirdiği misyonerler kanalıyla Türk millî kimliğine karşı savaş açmalarının sebebi, bir proje kapsamında şu saçma sapan tezlerini kamuoyuna kabul ettirmektir.
Şunu söylüyorlar: "Anadolu'da Türk yoktur. Türk diye bilinen insanlar aslında eskiden Rum'du, Ermeni'ydi, Süryani'ydi, şuydu buydu. Dolayısıyla siz aslında Türk değilsiniz, sizin aslınız Hristiyan. Siz Müslümanlaştırılıp Türkleştirilerek aslınızdan uzaklaştırıldınız."
O zaman yapılacak iş belli. Türk'ün Türklüğünü ve Müslümanlığını silip onu aslına yani Hristiyanlığa döndürmek. Misyonerlik gayretlerinin özü budur. Yunanistan'da, Batı Trakya'da, Kıbrıs'ta "siz Türk değil, Müslümansınız" demelerinin altında da bu oyun yatar.
Günümüzde özellikle Amerika merkezli karanlık odaklar tarafından, bilimsel araştırma adı altında Türk kamuoyuna bu safsata propagandalar yayılıyor. Mesela bunlardan biri şöyle:
Daha önce Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, Arslan Bulut, Nurullah Aydın ve başka bazı yazarların belirttiklerine göre Huge Pope adlı birisi şöyle yazmış: "Roma İmparatorluğu, 'Anadolu' ve 'Küçük Asya' adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye'yi içine alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye, isim ve dil açısından Türk olabilir, ancak genetik açıdan o kadar saf kan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye'ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir. Anadolu'daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir." (The Wall Street Journal, 28 Kasım 2006)
Bu yaklaşım doğrultusunda Boğaziçi Üniversitesi'nde de bir anket yaptırılmış. Owen Matthews adında birisi de bu araştırmadan hareketle Türkiye'de Türk oranını yüzde 20 olarak göstermiş. (Newsweek, 28 Kasım 2006). Bu adam yine Huge Pope'a göre insaflı davranmış. Yüzde 10 ayıp olur, gel şunu yüzde 20 yapalım da inandırıcı olsun, diye düşündü herhalde.
Mevlüt Uluğtekin Yılmaz'ın yazısında belirttiğine göre, yine batılıların bu bakış açılarına uygun olarak Niyazi Öktem, Özdemir İnce, Ertuğrul Özkök ve İsmet Berkan, Timuçin Binder adlı bazı "Türkiyeli!..." vatandaşlar yazılar yazmışlar. (bakınız: Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, "Acaba Ben Ermeni miyim?", Yeniçağ Gazetesi, 22 Ekim 2009)
Bu konu, yeni bir mesele değildir. Tanzimat'tan beri emperyalist Batı, bu tür safsataları bilimsellik kılıfı altında bize yutturmaya çalışıyor. Nitekim hikâyelerini büyük oranda yaşanmış gerçek olaylardan alan büyük Türk hikâyecisi Ömer Seyfeddin, bu meseleyi 1911 yılında yazdığı "Primo Türk Çocuğu" adlı hikâyesinde ele alır. Bu hikâye, günümüz sorunlarını aynen yansıtan ve güncelliğini taptaze koruyan önemli bir hikâyedir. Herkesin dikkatle okumasını tavsiye ederim.
Bu hikâyede Avrupa'da tahsil görmüş, orada mason olmuş ve ülkesine dönmüş Kenan adlı öz be öz Türk bir mühendisin evlilik hayatına yer verilir. Kenan, Grazia adında bir İtalyan kızına âşık olur. Bu kızın babası Mösyö Vitalis, önce kızını bir Türk'e vermek istemez. Ona göre bir barbara, bir vahşîye, bir medeniyet düşmanına, hâsılı bir Türk'e nasıl kız verilirdi?... Bir gün kızına dedi ki: "Zanneder misin, bu Kenan bir Türk'tür?" Grazia: "Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk olamaz..." diye cevap vermişti. Vitalis, Kenan'ın Türk olmadığını ispat etmeye çalışır.
Mösyö Vitalis, kızına tarihten, soy sop ilminden bahseder. Ona göre Bizans İmparatorluğu'nu zapteden Türkler, ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum'du. Fakat zorla dinleri değiştirilmişti. Evet, Kenan da bir Rum! çocuğuydu. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra, hiç şüphesiz, Rumeli ve Anadolu'da Türk namı altında yasayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine dönecek, Hıristiyan olacaklardı... Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye'de sultanın ailesinden başka Türk bir aile olmadığını ve hatta bunu, aklı eren bilgili Türklerin de itiraf ettiklerini ilâve ediyor. Grazia şaşıyor ve seviniyordu. Kenan, tekrar davet edildi. Bu sohbetler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, gelenekleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan, daha Abbasîler zamanında Batıya üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk'ü, Karamanlılar'ı, Selçukluları, Akkoyunlular'ı, Karakeçilileri unutarak, Osman hanedanının ortaya çıkışından birkaç sene önce Rumeli'ye, Vardar vadisine geçen bahadır Türklerin varlığını inkâr ederek, o da, Türkiye'de hiç Türk bulunmadığını tasdik etti.
Baba kız, hayalleriyle Kenan'ı Rum olarak kabul ettikten sonra, izdivacı o kadar imkânsız görmediler. Lâkin birkaç ehemmiyetsiz şartı vardı: Kenan, izdivaçtan evvel iratlarını satacak, kızına beş bin lira verecek, Türk âdetlerine sadık kalmış mutaassıp akrabalarıyla asla münasebet ve ülfette bulunmayacak, doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacak... Grazia her hususta serbest bulunacak..."
Apaçık görülüyor değil mi? 1911'de Batı emperyalizminin bir sözcüsü olan Vitalis ile bugünkü Avrupalı, Amerikalı torunları ve içimizdeki işbirlikçileri aynı gayretin içindeler. O da Türk'ün Türklüğünü silerek, milletimizi milliyetsiz, kimliksiz bir sürüye dönüştürmek, aptallaştırmak ve bu coğrafyaya kolayca hâkim olmak. Emperyalist projede siyasi, ekonomik, kültürel, sanatsal, dinî binlerce farklı taktik vardır. Biz bunun farkındayız. Fakat benim anlamadığım, kendilerine "Müslüman Türk" kimliği yetmiyormuş gibi "ılımlı İslamcı", "muhafazakâr demokrat" gibi eğreti bir kimlik uyduran arkadaşların bu emperyalist projenin bir vasıtası olan misyonerlik çalışmalarına demokrasi adına neden bu kadar geniş yasal zemin ve kolayca faaliyet alanı açtıklarıdır. Onu da dindarlık gayreti güden seçmenleri düşünsün.
Özellikle Tanzimat'tan bu yana Batı emperyalizminin yayılma, işgal, istila, talan, yağma ve imha vasıtalarından biri misyonerliktir. Misyonerlik, öyle zannedildiği gibi salt iyi niyete dayalı, samimi, zararsız bir Hristiyanlık tebliği değildir; siyasi ve ekonomik boyutu da vardır. Misyonerliğin Tanzimat'tan bu yana bize dönük iki temel amacı olmuştur: 1. Osmanlı ülkesinde yaşayan farklı mezheplere bağlı Hristiyanları istedikleri mezhep çatısı altında toplamak. 2. Müslüman Türkleri Müslümanlıklarından ve Türklüklerinden şüpheye düşürüp uzaklaştırmak. Yani önce zemin temizliği bağlamında Müslüman Türk'ün iki temel kimliğini; Müslümanlık ve Türklüğünü yok etmek, silmektir. Hristiyanlık dayatmasını daha sonra doğacak bu boşluk üzerine bina etmek isterler.
Günümüzde de misyonerlik faaliyetleri bu amaca dönük olarak yoğun biçimde faaliyetlerini sürdürüyor. Misyoner deyince sadece papaz anlaşılmamalı. Misyoner denilen kişi, sosyal yardım uzmanı, gazeteci, öğretmen, bilim adamı, diplomat, tüccar, araştırmacı vs gibi değişik adlar altında çalışır.
Günümüzde dışardan Avrupa Birliği ve Amerika kaynaklı değişik odakların, içerden de onların sözcülerinin, yoğun olarak üzerinde durdukları etnik siyaseti ve bu bağlamda Türk'ün Türk kimliğini yok etmeye dönük bir gayretin içinde olmalarını şimdi daha rahat anlayabiliyoruz. Yeni anayasa çalışmalarından tutun da televizyon ve gazete yayınlarına kadar pek çok alanda Türklüğe karşı savaş açılmış durumdadır. Batı emperyalizminin, değişik ünvanlar altında gönderdiği ya da içerde görevlendirdiği misyonerler kanalıyla Türk millî kimliğine karşı savaş açmalarının sebebi, bir proje kapsamında şu saçma sapan tezlerini kamuoyuna kabul ettirmektir.
Şunu söylüyorlar: "Anadolu'da Türk yoktur. Türk diye bilinen insanlar aslında eskiden Rum'du, Ermeni'ydi, Süryani'ydi, şuydu buydu. Dolayısıyla siz aslında Türk değilsiniz, sizin aslınız Hristiyan. Siz Müslümanlaştırılıp Türkleştirilerek aslınızdan uzaklaştırıldınız."
O zaman yapılacak iş belli. Türk'ün Türklüğünü ve Müslümanlığını silip onu aslına yani Hristiyanlığa döndürmek. Misyonerlik gayretlerinin özü budur. Yunanistan'da, Batı Trakya'da, Kıbrıs'ta "siz Türk değil, Müslümansınız" demelerinin altında da bu oyun yatar.
Günümüzde özellikle Amerika merkezli karanlık odaklar tarafından, bilimsel araştırma adı altında Türk kamuoyuna bu safsata propagandalar yayılıyor. Mesela bunlardan biri şöyle:
Daha önce Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, Arslan Bulut, Nurullah Aydın ve başka bazı yazarların belirttiklerine göre Huge Pope adlı birisi şöyle yazmış: "Roma İmparatorluğu, 'Anadolu' ve 'Küçük Asya' adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye'yi içine alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye, isim ve dil açısından Türk olabilir, ancak genetik açıdan o kadar saf kan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye'ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir. Anadolu'daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir." (The Wall Street Journal, 28 Kasım 2006)
Bu yaklaşım doğrultusunda Boğaziçi Üniversitesi'nde de bir anket yaptırılmış. Owen Matthews adında birisi de bu araştırmadan hareketle Türkiye'de Türk oranını yüzde 20 olarak göstermiş. (Newsweek, 28 Kasım 2006). Bu adam yine Huge Pope'a göre insaflı davranmış. Yüzde 10 ayıp olur, gel şunu yüzde 20 yapalım da inandırıcı olsun, diye düşündü herhalde.
Mevlüt Uluğtekin Yılmaz'ın yazısında belirttiğine göre, yine batılıların bu bakış açılarına uygun olarak Niyazi Öktem, Özdemir İnce, Ertuğrul Özkök ve İsmet Berkan, Timuçin Binder adlı bazı "Türkiyeli!..." vatandaşlar yazılar yazmışlar. (bakınız: Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, "Acaba Ben Ermeni miyim?", Yeniçağ Gazetesi, 22 Ekim 2009)
Bu konu, yeni bir mesele değildir. Tanzimat'tan beri emperyalist Batı, bu tür safsataları bilimsellik kılıfı altında bize yutturmaya çalışıyor. Nitekim hikâyelerini büyük oranda yaşanmış gerçek olaylardan alan büyük Türk hikâyecisi Ömer Seyfeddin, bu meseleyi 1911 yılında yazdığı "Primo Türk Çocuğu" adlı hikâyesinde ele alır. Bu hikâye, günümüz sorunlarını aynen yansıtan ve güncelliğini taptaze koruyan önemli bir hikâyedir. Herkesin dikkatle okumasını tavsiye ederim.
Bu hikâyede Avrupa'da tahsil görmüş, orada mason olmuş ve ülkesine dönmüş Kenan adlı öz be öz Türk bir mühendisin evlilik hayatına yer verilir. Kenan, Grazia adında bir İtalyan kızına âşık olur. Bu kızın babası Mösyö Vitalis, önce kızını bir Türk'e vermek istemez. Ona göre bir barbara, bir vahşîye, bir medeniyet düşmanına, hâsılı bir Türk'e nasıl kız verilirdi?... Bir gün kızına dedi ki: "Zanneder misin, bu Kenan bir Türk'tür?" Grazia: "Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk olamaz..." diye cevap vermişti. Vitalis, Kenan'ın Türk olmadığını ispat etmeye çalışır.
Mösyö Vitalis, kızına tarihten, soy sop ilminden bahseder. Ona göre Bizans İmparatorluğu'nu zapteden Türkler, ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum'du. Fakat zorla dinleri değiştirilmişti. Evet, Kenan da bir Rum! çocuğuydu. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra, hiç şüphesiz, Rumeli ve Anadolu'da Türk namı altında yasayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine dönecek, Hıristiyan olacaklardı... Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye'de sultanın ailesinden başka Türk bir aile olmadığını ve hatta bunu, aklı eren bilgili Türklerin de itiraf ettiklerini ilâve ediyor. Grazia şaşıyor ve seviniyordu. Kenan, tekrar davet edildi. Bu sohbetler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, gelenekleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan, daha Abbasîler zamanında Batıya üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk'ü, Karamanlılar'ı, Selçukluları, Akkoyunlular'ı, Karakeçilileri unutarak, Osman hanedanının ortaya çıkışından birkaç sene önce Rumeli'ye, Vardar vadisine geçen bahadır Türklerin varlığını inkâr ederek, o da, Türkiye'de hiç Türk bulunmadığını tasdik etti.
Baba kız, hayalleriyle Kenan'ı Rum olarak kabul ettikten sonra, izdivacı o kadar imkânsız görmediler. Lâkin birkaç ehemmiyetsiz şartı vardı: Kenan, izdivaçtan evvel iratlarını satacak, kızına beş bin lira verecek, Türk âdetlerine sadık kalmış mutaassıp akrabalarıyla asla münasebet ve ülfette bulunmayacak, doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacak... Grazia her hususta serbest bulunacak..."
Apaçık görülüyor değil mi? 1911'de Batı emperyalizminin bir sözcüsü olan Vitalis ile bugünkü Avrupalı, Amerikalı torunları ve içimizdeki işbirlikçileri aynı gayretin içindeler. O da Türk'ün Türklüğünü silerek, milletimizi milliyetsiz, kimliksiz bir sürüye dönüştürmek, aptallaştırmak ve bu coğrafyaya kolayca hâkim olmak. Emperyalist projede siyasi, ekonomik, kültürel, sanatsal, dinî binlerce farklı taktik vardır. Biz bunun farkındayız. Fakat benim anlamadığım, kendilerine "Müslüman Türk" kimliği yetmiyormuş gibi "ılımlı İslamcı", "muhafazakâr demokrat" gibi eğreti bir kimlik uyduran arkadaşların bu emperyalist projenin bir vasıtası olan misyonerlik çalışmalarına demokrasi adına neden bu kadar geniş yasal zemin ve kolayca faaliyet alanı açtıklarıdır. Onu da dindarlık gayreti güden seçmenleri düşünsün.
Prof. Dr. Nurullah Çetin / diğer yazıları
- Dayatılan kapitalist stil / 26.12.2015
- "Karıştır barıştır"a karşı "birleştir savuştur" / 30.11.2015
- Öğretmenler Günü'nü kutlamak / 26.11.2015
- İşin sırrı dengede / 20.11.2015
- IŞİD terörist peki Fransa nedir? / 18.11.2015
- Anaları ağlamasın diye Fransa'ya çözüm süreci desteği / 17.11.2015
- Bir 10 Kasım yazısı / 12.11.2015
- Ölmek ve köle olmak dışında üçüncü bir seçenek / 11.11.2015
- Türk sosyalistlerini marabalıktan kurtulmaya davet / 09.11.2015
- Yandakların istilası / 05.11.2015
- "Karıştır barıştır"a karşı "birleştir savuştur" / 30.11.2015
- Öğretmenler Günü'nü kutlamak / 26.11.2015
- İşin sırrı dengede / 20.11.2015
- IŞİD terörist peki Fransa nedir? / 18.11.2015
- Anaları ağlamasın diye Fransa'ya çözüm süreci desteği / 17.11.2015
- Bir 10 Kasım yazısı / 12.11.2015
- Ölmek ve köle olmak dışında üçüncü bir seçenek / 11.11.2015
- Türk sosyalistlerini marabalıktan kurtulmaya davet / 09.11.2015
- Yandakların istilası / 05.11.2015