İstanbul, hayallerim kaldı sende. Koskoca bir tarihi saklıyorsun sinende. Şairlerin şiirlerine konu oldun, Bizans'ın bile gözü hala sende. Hey İstanbul, yazar, kalemiyle bak seni nasıl yâd ediyor:
"Bir kere İstanbul'un büyüsüne tutulanların kolay kolay eteklerini kurtarıp başka taraflara gitmeleri ne mümkün?.. Şehrin, salib ehli olarak gözlerini kapayıp tevhid ehli olarak bir yeni hayata açtığı günden bu yana, beş yüz şu kadar yıl geçip geçti. Üst üste tabakalaşmış bu beş asırlık tarihi eşelemeye kimin gücü yeter?.. Bin yıllık Bizans'ın mimari geleneğini bir kalemde silip, tarihi tekamülünün hudutları içinde yoluna devam eden Türk sanatı, bir gelini süsler gibi giydirilip kuşatmağa başladığı İstanbul'da da, değil Bizans mimarisini taklit etmek, teknik bakımdan dahi ondan ayrılıp, şahsi karakterinden şaşmamıştı. Mesela şehrin eski sahiplerine asırlar boyu cazib gelen tuğla, Türklere hiç de hoş görünmemiş olmalı ki, derhal abidelerini taşla yapmağa koyulmuşlardır... Etik ve estetik kemale doğru yönelmiş olan Osmanlı mimarisinin bereketleri, o zamana kadar Anadolu'da ve Rumeli'de, bahusus iki ayrı taht şehri olan Bursa ve Edirne'de muzaffer ve mağrur abidelere sahip bulunuyordu. Devlet ve cemiyet ölçüsünde azametli adımlarının sesi dünyanın her tarafından duyulan Osmanlı İmparatorluğu, şüphe yok ki mimaride de diğer sanat kollarına muvazi bir seyir takib edecekti. Artık rüşde varmış bir cemiyetin derinliklerinden fışkıran sanatkâr ruh, bir yandan mazinin hesabını dürerken, bir yandan da hâlin istiklalini ilan etmiş ve geleceğe de, tutması icab eden yolu çizmiş bulunuyordu. İşte bu kollektif anlayış ile fethettiği şehre yeni binalar hediye eden hakan ile halk, adeta yarış halinde idiler..." ( Samiha Ayverdi, Boğaz İçinde Tarih).
Sen ki zamana bir kor gibi oturmuşsun, alelade bir sevdanın kor ateşi değilsin. Kökün ta eskilere uzanmakta. Resul'ün hadisine, Fatih'in kararlı yüreğine. Sen öyle bir sevdanın eserisin işte. Aslında seni seyredebileceğim yüksek bir yere çıkmak isterdim. Bir tarafımda Osmanlı'nın imar ettiği İstanbul öbür tarafımda ihanete uğramış, Fatih'in emaneti İstanbul. Seni böyle bir perspektiften izlemek isterdim. Biraz ütopik oldu ama, bu bir yanımda kalan burukluğun ifadesi, İstanbul.
"Başını taştan taşa vura vura akan bir nehir gibi, sağına soluna bakmadan, olanı bitene kulak asmadan, keyfince kaderince geçip giden zamanda bugüne ne kalmıştır? Ya zamanın sürükleyip götürdüğü ömrümüz ile, atalarımızın, dedelerimizin, cedlerimizin hayat maceraları bir yana, tarihimizin, şevket ve azamet asırlarımızın artık hayale mal olmuş bereketinden, bu gün elde avuçta ne vardır? Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve tarih sahnesinde biriktirip topladığımız nafaka ve sermayemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden, geleneğinden, tarihinden, mazisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz. Onun için de, şanlı bir tarihi, şerefli bir maziyi içinde yoğurduğumuz zaman teknesi, yeni bir hamur ve bu hamura katılacak taze bir maya bekliyor... Biz bir tarih, bir anane, bir görüş, bir nizam, bir üslup, bir medeniyet kaybettik. Amma dirilişe inanıyoruz. "Halk-ı cedid" nüktesi ayan olacak ve Adem'in bağrından yeni bir hayat, yeni bir çehre ile başkaldıracaktır. Böylece de, dermansız bir ihtiyar gibi yorgun düşmüş zaman, ezelden ebede kim bilir kaçıncı seferini yapacak, kaçıncı gidiş gelişin ayak seslerini duyuracaktır" (a.g.e).
Düşünüyorum da Fatih İstanbul'u bu günler için mi fethetmişti, ya da Fatih İstanbul'un halini görebilseydi. Aşağı yukarı belki ne söyleyebileceğini tahmin edebiliriz, ama yine de ben, dudak uçuklatacak cümleler kurup tahminimizi tamamıyla sükut-u hayale uğratırdı diye düşünüyorum. Sizin tasavvur ettiğiniz bu kadar mı dercesine. Sonra kesinlikle kızardı bize, darılırdı, başını iki elinin arasına alıp derin düşüncelere dalardı. Ben onlara değil, Fatih'in torunu olduğunu iddia eden bunca insana yanıyorum. "Neden size emanet ettiğim bu şehri böylesine kalıbından çıkarıp da, Batılı bir tarzda modernize edilmiş kalıba soktunuz" ya da "İstanbul'un değerlerini çalarlarken siz ne yapıyordunuz" diye hayıflanmaz mı. Ve yine sonra devam ederdi: "Ben, Resulün hadisinde arz ettiği değere mazhar olabilmek için yola çıktım. Resulün sözüyle inanıp Allah'ın izniyle de bu kararımda muzaffer oldum. Ya siz hiç mi hayran kalmadınız, hiç mi bunun derin şuuruna varamadınız". İstanbul'un manevi deryasında neler yatmakta. Fatih İstanbul'u İslam'la şereflendirirken bizler o şereften uzaklaştırıyoruz.
Aslında İstanbul'a sadece bir tarihî mekân olarak bakmamak lazım. İstanbul neden Peygamberin hadisine mazhar olmuştur? Ve hadisi öğrenen Fatih neden böyle bir haz duymuştu. Sizce Fatih sadece hadise mazhar olabilmek için mi İstanbul'u fethetmişti. "Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır" sözüne mukabil mi. Hayır, Fatih'in yüreğindeki haz bu kadarla kalamazdı. Denizlerden deryaya ulaşan ve enginleşen bu hazla Fatih, hadisin, anladığı ve anlayamadığı derin bir muhteva arz ettiğini, mükemmel hadiselerin cereyan edeceğini âfâkında tasarlamış olmalıydı. İfade bile edilemeyecek kadar deruni bir aşkla, güçlü bir düşünce hızlılığıyla ve emin adımlarla İstanbul fethedilmişti.
"Galata sahillerinden Boğaz'a doğru açılırken, İstanbul, üstü kapalı sevgilerin, manidar, tebessümlerin, içli düşüncelerin çözülmezliği altında bilmeceleşmiş bir sevda gizliliği ile hazlı, gururlu, bir o kadar da vakarlı ve duyguludur. Sanki düşünür, hem de derin derin, gelmişini geçmişini belki de geleceğini düşünür durur" (a.g.e).
Sanırım İstanbul'a hayranlığımızla, sitemkârlığımızla karışık tarifi mümkün olmayan duygular besliyoruz. İstanbul nihayetinde taştan topraktan bir yer, onu İstanbul'luktan çıkaran insanlar yani biz, kızıp, sitem eden yine biz. Ey İstanbul belki de halimize gülüyor ve acıyorsundur. Nihayetinde emanet olunanın fonksiyonuyla emanete hıyanetlik edenin fonksiyonu aynı değildir. Bir gün seni çalıntı şehir olmaktan kurtarırız inşaallah Güzel İstanbul...
"Bir kere İstanbul'un büyüsüne tutulanların kolay kolay eteklerini kurtarıp başka taraflara gitmeleri ne mümkün?.. Şehrin, salib ehli olarak gözlerini kapayıp tevhid ehli olarak bir yeni hayata açtığı günden bu yana, beş yüz şu kadar yıl geçip geçti. Üst üste tabakalaşmış bu beş asırlık tarihi eşelemeye kimin gücü yeter?.. Bin yıllık Bizans'ın mimari geleneğini bir kalemde silip, tarihi tekamülünün hudutları içinde yoluna devam eden Türk sanatı, bir gelini süsler gibi giydirilip kuşatmağa başladığı İstanbul'da da, değil Bizans mimarisini taklit etmek, teknik bakımdan dahi ondan ayrılıp, şahsi karakterinden şaşmamıştı. Mesela şehrin eski sahiplerine asırlar boyu cazib gelen tuğla, Türklere hiç de hoş görünmemiş olmalı ki, derhal abidelerini taşla yapmağa koyulmuşlardır... Etik ve estetik kemale doğru yönelmiş olan Osmanlı mimarisinin bereketleri, o zamana kadar Anadolu'da ve Rumeli'de, bahusus iki ayrı taht şehri olan Bursa ve Edirne'de muzaffer ve mağrur abidelere sahip bulunuyordu. Devlet ve cemiyet ölçüsünde azametli adımlarının sesi dünyanın her tarafından duyulan Osmanlı İmparatorluğu, şüphe yok ki mimaride de diğer sanat kollarına muvazi bir seyir takib edecekti. Artık rüşde varmış bir cemiyetin derinliklerinden fışkıran sanatkâr ruh, bir yandan mazinin hesabını dürerken, bir yandan da hâlin istiklalini ilan etmiş ve geleceğe de, tutması icab eden yolu çizmiş bulunuyordu. İşte bu kollektif anlayış ile fethettiği şehre yeni binalar hediye eden hakan ile halk, adeta yarış halinde idiler..." ( Samiha Ayverdi, Boğaz İçinde Tarih).
Sen ki zamana bir kor gibi oturmuşsun, alelade bir sevdanın kor ateşi değilsin. Kökün ta eskilere uzanmakta. Resul'ün hadisine, Fatih'in kararlı yüreğine. Sen öyle bir sevdanın eserisin işte. Aslında seni seyredebileceğim yüksek bir yere çıkmak isterdim. Bir tarafımda Osmanlı'nın imar ettiği İstanbul öbür tarafımda ihanete uğramış, Fatih'in emaneti İstanbul. Seni böyle bir perspektiften izlemek isterdim. Biraz ütopik oldu ama, bu bir yanımda kalan burukluğun ifadesi, İstanbul.
"Başını taştan taşa vura vura akan bir nehir gibi, sağına soluna bakmadan, olanı bitene kulak asmadan, keyfince kaderince geçip giden zamanda bugüne ne kalmıştır? Ya zamanın sürükleyip götürdüğü ömrümüz ile, atalarımızın, dedelerimizin, cedlerimizin hayat maceraları bir yana, tarihimizin, şevket ve azamet asırlarımızın artık hayale mal olmuş bereketinden, bu gün elde avuçta ne vardır? Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve tarih sahnesinde biriktirip topladığımız nafaka ve sermayemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden, geleneğinden, tarihinden, mazisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz. Onun için de, şanlı bir tarihi, şerefli bir maziyi içinde yoğurduğumuz zaman teknesi, yeni bir hamur ve bu hamura katılacak taze bir maya bekliyor... Biz bir tarih, bir anane, bir görüş, bir nizam, bir üslup, bir medeniyet kaybettik. Amma dirilişe inanıyoruz. "Halk-ı cedid" nüktesi ayan olacak ve Adem'in bağrından yeni bir hayat, yeni bir çehre ile başkaldıracaktır. Böylece de, dermansız bir ihtiyar gibi yorgun düşmüş zaman, ezelden ebede kim bilir kaçıncı seferini yapacak, kaçıncı gidiş gelişin ayak seslerini duyuracaktır" (a.g.e).
Düşünüyorum da Fatih İstanbul'u bu günler için mi fethetmişti, ya da Fatih İstanbul'un halini görebilseydi. Aşağı yukarı belki ne söyleyebileceğini tahmin edebiliriz, ama yine de ben, dudak uçuklatacak cümleler kurup tahminimizi tamamıyla sükut-u hayale uğratırdı diye düşünüyorum. Sizin tasavvur ettiğiniz bu kadar mı dercesine. Sonra kesinlikle kızardı bize, darılırdı, başını iki elinin arasına alıp derin düşüncelere dalardı. Ben onlara değil, Fatih'in torunu olduğunu iddia eden bunca insana yanıyorum. "Neden size emanet ettiğim bu şehri böylesine kalıbından çıkarıp da, Batılı bir tarzda modernize edilmiş kalıba soktunuz" ya da "İstanbul'un değerlerini çalarlarken siz ne yapıyordunuz" diye hayıflanmaz mı. Ve yine sonra devam ederdi: "Ben, Resulün hadisinde arz ettiği değere mazhar olabilmek için yola çıktım. Resulün sözüyle inanıp Allah'ın izniyle de bu kararımda muzaffer oldum. Ya siz hiç mi hayran kalmadınız, hiç mi bunun derin şuuruna varamadınız". İstanbul'un manevi deryasında neler yatmakta. Fatih İstanbul'u İslam'la şereflendirirken bizler o şereften uzaklaştırıyoruz.
Aslında İstanbul'a sadece bir tarihî mekân olarak bakmamak lazım. İstanbul neden Peygamberin hadisine mazhar olmuştur? Ve hadisi öğrenen Fatih neden böyle bir haz duymuştu. Sizce Fatih sadece hadise mazhar olabilmek için mi İstanbul'u fethetmişti. "Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır" sözüne mukabil mi. Hayır, Fatih'in yüreğindeki haz bu kadarla kalamazdı. Denizlerden deryaya ulaşan ve enginleşen bu hazla Fatih, hadisin, anladığı ve anlayamadığı derin bir muhteva arz ettiğini, mükemmel hadiselerin cereyan edeceğini âfâkında tasarlamış olmalıydı. İfade bile edilemeyecek kadar deruni bir aşkla, güçlü bir düşünce hızlılığıyla ve emin adımlarla İstanbul fethedilmişti.
"Galata sahillerinden Boğaz'a doğru açılırken, İstanbul, üstü kapalı sevgilerin, manidar, tebessümlerin, içli düşüncelerin çözülmezliği altında bilmeceleşmiş bir sevda gizliliği ile hazlı, gururlu, bir o kadar da vakarlı ve duyguludur. Sanki düşünür, hem de derin derin, gelmişini geçmişini belki de geleceğini düşünür durur" (a.g.e).
Sanırım İstanbul'a hayranlığımızla, sitemkârlığımızla karışık tarifi mümkün olmayan duygular besliyoruz. İstanbul nihayetinde taştan topraktan bir yer, onu İstanbul'luktan çıkaran insanlar yani biz, kızıp, sitem eden yine biz. Ey İstanbul belki de halimize gülüyor ve acıyorsundur. Nihayetinde emanet olunanın fonksiyonuyla emanete hıyanetlik edenin fonksiyonu aynı değildir. Bir gün seni çalıntı şehir olmaktan kurtarırız inşaallah Güzel İstanbul...
Derya Şüheda Terzi / diğer yazıları
- Bir şairin gece serüveni / 27.06.2001
- Limanı tarumar olmuş gemiler ne yapsın / 26.06.2001
- Ömür ağacı / 20.06.2001
- Raflardaki krallar / 19.06.2001
- Evrim safsatasına bir derkenar / 16.06.2001
- Okuma sanatına dair / 11.06.2001
- Yağmura sırdaş / 09.06.2001
- Gönül sayfası / 08.06.2001
- İstanbul'da Üsküdar / 07.06.2001
- Kamuflaj tekniği / 05.06.2001
- Limanı tarumar olmuş gemiler ne yapsın / 26.06.2001
- Ömür ağacı / 20.06.2001
- Raflardaki krallar / 19.06.2001
- Evrim safsatasına bir derkenar / 16.06.2001
- Okuma sanatına dair / 11.06.2001
- Yağmura sırdaş / 09.06.2001
- Gönül sayfası / 08.06.2001
- İstanbul'da Üsküdar / 07.06.2001
- Kamuflaj tekniği / 05.06.2001