İmam Bakır’ın bazı fikir ve münazaraları
İslam'ın temeli tevhid akidesidir. Allah'ın eşi ve benzeri olmadığı gerçeğidir
18.11.2023 20:03:00 / Güncelleme: 18.11.2023 20:06:12
Hasan Parlak
Hasan Parlak





İslam'ın temeli tevhid akidesidir. Allah'ın eşi ve benzeri olmadığı gerçeğidir. İslam'a ters bir mantıkla Allah'ı mahlukâta benzetme ve O'nu cisim gibi gösterme anlayışının yaygınlaştığı bir dönemde İmam Bâkır (a.s.) bu konuda şunları buyurmuştur:
"Benim Yüce Rabbim ezelden beri diridir. O'nun için keyfiyet ve zaman söz konusu değildir. Varlığı için de keyfiyet yoktur. 'Neresi' kavramı O'nun için geçerli değildir. Bir şeyin içinde olmadığı gibi, üzerinde de değildir. Kendisi için bir mekân da var etmemiştir."
İSLAM'IN FARZLARINDAN OLAN ZEKÂT VERMEK İLE İLGİLİ BUYURDUKLARI
Zekât, toplumda fakir ile zenginin arasındaki uçurumun kapanmasında bir basamaktır.
Zekât vermek farzdır. İmam Bâkır (a.s.) zekât vermeyenler ile ilgili olarak şunları buyurmuştur:
"Yüce Allah, kıyamet günü bazı insanları kabirlerinden kaldırır. Bunların elleri boyunlarına bağlanmıştır. Onunla bir parmak kadar bir şey dahi tutamazlar. Beraberlerinden melekler vardır, onları çok sert şekilde ayıplayıp, azarlarlar.
Şöyle derler: Bunlar karşılığında, elde edecekleri çok hayır olduğu halde, az bir hayrı vermediler. Bunlar Allah'ın kendilerine mal bağışladığı kimselerdir. Ama onlar mallarında Allah'a ait olan hakları vermediler."
İslam toplumunun dinin emirlerinden uzaklaştığı, hatta namazın şartlarını dahi bilmedikleri bir dönemde, malından zekât vermesi elbette ki güçleşmiştir.
İmam Bâkır (a.s.) şöyle buyuruyor: "Allah, zekâtı, namazla birlikte farz kılmıştır."
Zekâtın mahiyetini izahtan sonra, kimlere verileceğini de hadisleri ile anlatmıştır:
"Zekâtı, din için yurtlarını terk edip hicret edenlere, akıl ve fıkıh ehline öncelik vererek dağıtın."
Ebu Bâsir şöyle rivayet etmiştir: "Ebu Câfer'e (a.s.) dedim ki: 'Bizim arkadaşlardan bazı kimseler zekât almaktan utanırlar. Ben de onlara zekât verirken bunun zekât olduğunu söylemiyorum. Bu nasıldır?'
İmam (a.s.) buyurdu ki: Zekâtı ver, bunun zekât olduğunu söyleme. Mü'mini ezip aşağılama."
İMAM BÂKIR'IN (A.S.) MÜNAZARALARI
İmam Bâkır'ın (a.s.) döneminde İslam'a ters akımlarla mücadeleler söz konusu olduğunda, bu düşüncelere sahip kişilerle toplum önünde tartışmak, ümmeti ayıktırmak için etkili olmuştur.
Ehl-i Beyt İmamlarının tamamı bu yöntemi hayata geçirmişlerdir. Kendilerini yeneceğini sanan âlimler, imamların ilmi karşısında her zaman mağlup olmuşlardır.
Halkın önünde yapılan bu münazaralar, pek çok insanın İslam ile şereflenmesine de vesile olmuştur.
İmam Bâkır'ın (a.s.) münazaralarından örnekler verelim.
Abdullah b. Nâfi, Mü'minlerin Emiri Ali'ye (a.s.) düşmandı. "Yeryüzünün ulaşabileceğim herhangi bir noktasında, Ali'nin Nehrevan'da Hâricîler'le savaşıp, onları öldürmekte haklı olduğunu ispatlayabilecek biri çıktığını bilirsem, kesinlikle onun yanına giderim" diyordu.
Bir gün ona, "Sence Ali'nin (a.s.) oğulları da mı ispatlayamaz bunu?" dediklerinde, "Alioğulları arasında âlim mi var?" diye sordu.
"İşte bu bile senin cahiliyetini göstermektedir" dediler ona.
"Ali'nin (a.s.) soyundan bilge ve âlim insanların olmaması mümkün mü?"
Alioğulları'nın bilgesinin o sırada kim olduğunu sorduğunda İmam Bâkır'ı (a.s.) söylediler.
Bir süre sonra Abdullah birkaç adamı ile birlikte Medine'ye gelip, İmam Bâkır (a.s.) ile görüşmek istediğini bildirdi. İmam (a.s.) hizmetkârlarından birine onun ağırlanarak misafir edilmesini, yol yorgunluğunu attıktan sonra, ertesi gün kendisiyle görüşebileceğini söyledi.
Ertesi günün sabahı, Abdullah, İmam'ı (a.s.) görmeye gitti. İmam (a.s.), Ensâr ve Muhacirler'in soyundan gelen tüm evlatlarını da bu görüşmeye çağırmıştı. İmam (a.s.), kızıl bir elbise giymiş, ay ışığı gibi parlayan gözleri ve güzel yüzüyle insanların dikkatini çekmişti. Sözlerine besmele ve hamd ü senâ ile başlayıp şöyle dedi:
"Hamd, mekânı var eden, her şeye nicelik veren ve her âna varlık bağışlayan Allah'a mahsustur. Hamd O Allah'a mahsustur ki, Kendisine ne uyku gelir, ne de uyuklama. Göklerde ve yerlerdekilerin hepsi O'nundur. (Ayet el-Kürsî'nin sonuna kadar okudu).
Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed (s.a.v.) O'nun seçkin kulu ve Resûlüdür.
Hamd, bizi nübüvvetle onurlandırıp velayetle seçkin kılan Allah'a mahsustur. Ey Ensâr ve Muhacir evlatları! Ebu Tâlib oğlu Ali'nin (a.s.) bir faziletini bileniniz varsa, söylesin!"
Orada bulunanların her biri İmam Ali'nin (a.s.) üstünlüğünü ve ona özgü üstün faziletlerini aktardı. Sıra Hayber hadisesine geldi. Dediler ki: "Hayber Savaşı'nda Resûlullah (s.a.v.),Yahudilerle savaşa girmişti. 'Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o Allah'ı ve Resûlünü (s.a.v.) sever, Allah ve Resûlü (s.a.v.) de onu.
Yahudilerin kalesini Allah'ın izni ile fethetmedikçe geri dönmez. Savaştan asla kaçmayan bir cengâverdir o' buyurdu.
Ertesi gün sancağı İmam Ali'ye (a.s.) verdi. O gün inanılmaz yiğitlikler gösterip Yahudileri tam bir hezimet ve bozguna uğratarak, fethedilmesi imkânsız bilinen kaleleri Hayber'i fethetti."
Bu sırada İmam Bâkır (a.s.), Abdullah b. Nâfi'ye, "Bu hadis hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Abdullah, "Hadis doğrudur" dedi. "Ama Ali daha sonra Hâricîler'i haksız yere öldürmüş ve kâfir olmuştur" dedi.
İmam, "Anan yasını tutsun" buyurdu. "Allah, Ali'yi (a.s.) sevdiğini söylerken, o sırada, daha sonra onun Hâricîler'i öldüreceğini biliyor muydu, bilmiyor muydu? Eğer bilmiyordu dersen, küfre girmiş olursun."
Abdullah, "Biliyordu elbet" dedi.
İmam (a.s.), "Sence, Yüce Allah Ali'yi (a.s.) O'na itaat ettiği için mi, yoksa itaatinden çıktığı ve günaha girdiği için mi seviyordu?"
Abdullah, "Tabii ki itaat ettiği için Allah onu seviyordu" dedi.
İmam, "Kalk o zaman, Ali'nin (a.s.) hak üzere olduğunu sen de kabul ettin işte" buyurdu.
Abdullah ayağa kalkıp, hakkın bâtıldan ayrılması mânâsında şu ayeti okudu: "Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar..." Sonra da, "Allah, elçiliğini hangi aileye vereceğini daha iyi bilir" ayetini okudu.
Böylece, İmam'ın (a.s.) haklılığını kabul ettiğini açıkladı." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Muhammed Bakır eserinden)
"Benim Yüce Rabbim ezelden beri diridir. O'nun için keyfiyet ve zaman söz konusu değildir. Varlığı için de keyfiyet yoktur. 'Neresi' kavramı O'nun için geçerli değildir. Bir şeyin içinde olmadığı gibi, üzerinde de değildir. Kendisi için bir mekân da var etmemiştir."
İSLAM'IN FARZLARINDAN OLAN ZEKÂT VERMEK İLE İLGİLİ BUYURDUKLARI
Zekât, toplumda fakir ile zenginin arasındaki uçurumun kapanmasında bir basamaktır.
Zekât vermek farzdır. İmam Bâkır (a.s.) zekât vermeyenler ile ilgili olarak şunları buyurmuştur:
"Yüce Allah, kıyamet günü bazı insanları kabirlerinden kaldırır. Bunların elleri boyunlarına bağlanmıştır. Onunla bir parmak kadar bir şey dahi tutamazlar. Beraberlerinden melekler vardır, onları çok sert şekilde ayıplayıp, azarlarlar.
Şöyle derler: Bunlar karşılığında, elde edecekleri çok hayır olduğu halde, az bir hayrı vermediler. Bunlar Allah'ın kendilerine mal bağışladığı kimselerdir. Ama onlar mallarında Allah'a ait olan hakları vermediler."
İslam toplumunun dinin emirlerinden uzaklaştığı, hatta namazın şartlarını dahi bilmedikleri bir dönemde, malından zekât vermesi elbette ki güçleşmiştir.
İmam Bâkır (a.s.) şöyle buyuruyor: "Allah, zekâtı, namazla birlikte farz kılmıştır."
Zekâtın mahiyetini izahtan sonra, kimlere verileceğini de hadisleri ile anlatmıştır:
"Zekâtı, din için yurtlarını terk edip hicret edenlere, akıl ve fıkıh ehline öncelik vererek dağıtın."
Ebu Bâsir şöyle rivayet etmiştir: "Ebu Câfer'e (a.s.) dedim ki: 'Bizim arkadaşlardan bazı kimseler zekât almaktan utanırlar. Ben de onlara zekât verirken bunun zekât olduğunu söylemiyorum. Bu nasıldır?'
İmam (a.s.) buyurdu ki: Zekâtı ver, bunun zekât olduğunu söyleme. Mü'mini ezip aşağılama."
İMAM BÂKIR'IN (A.S.) MÜNAZARALARI
İmam Bâkır'ın (a.s.) döneminde İslam'a ters akımlarla mücadeleler söz konusu olduğunda, bu düşüncelere sahip kişilerle toplum önünde tartışmak, ümmeti ayıktırmak için etkili olmuştur.
Ehl-i Beyt İmamlarının tamamı bu yöntemi hayata geçirmişlerdir. Kendilerini yeneceğini sanan âlimler, imamların ilmi karşısında her zaman mağlup olmuşlardır.
Halkın önünde yapılan bu münazaralar, pek çok insanın İslam ile şereflenmesine de vesile olmuştur.
İmam Bâkır'ın (a.s.) münazaralarından örnekler verelim.
Abdullah b. Nâfi, Mü'minlerin Emiri Ali'ye (a.s.) düşmandı. "Yeryüzünün ulaşabileceğim herhangi bir noktasında, Ali'nin Nehrevan'da Hâricîler'le savaşıp, onları öldürmekte haklı olduğunu ispatlayabilecek biri çıktığını bilirsem, kesinlikle onun yanına giderim" diyordu.
Bir gün ona, "Sence Ali'nin (a.s.) oğulları da mı ispatlayamaz bunu?" dediklerinde, "Alioğulları arasında âlim mi var?" diye sordu.
"İşte bu bile senin cahiliyetini göstermektedir" dediler ona.
"Ali'nin (a.s.) soyundan bilge ve âlim insanların olmaması mümkün mü?"
Alioğulları'nın bilgesinin o sırada kim olduğunu sorduğunda İmam Bâkır'ı (a.s.) söylediler.
Bir süre sonra Abdullah birkaç adamı ile birlikte Medine'ye gelip, İmam Bâkır (a.s.) ile görüşmek istediğini bildirdi. İmam (a.s.) hizmetkârlarından birine onun ağırlanarak misafir edilmesini, yol yorgunluğunu attıktan sonra, ertesi gün kendisiyle görüşebileceğini söyledi.
Ertesi günün sabahı, Abdullah, İmam'ı (a.s.) görmeye gitti. İmam (a.s.), Ensâr ve Muhacirler'in soyundan gelen tüm evlatlarını da bu görüşmeye çağırmıştı. İmam (a.s.), kızıl bir elbise giymiş, ay ışığı gibi parlayan gözleri ve güzel yüzüyle insanların dikkatini çekmişti. Sözlerine besmele ve hamd ü senâ ile başlayıp şöyle dedi:
"Hamd, mekânı var eden, her şeye nicelik veren ve her âna varlık bağışlayan Allah'a mahsustur. Hamd O Allah'a mahsustur ki, Kendisine ne uyku gelir, ne de uyuklama. Göklerde ve yerlerdekilerin hepsi O'nundur. (Ayet el-Kürsî'nin sonuna kadar okudu).
Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed (s.a.v.) O'nun seçkin kulu ve Resûlüdür.
Hamd, bizi nübüvvetle onurlandırıp velayetle seçkin kılan Allah'a mahsustur. Ey Ensâr ve Muhacir evlatları! Ebu Tâlib oğlu Ali'nin (a.s.) bir faziletini bileniniz varsa, söylesin!"
Orada bulunanların her biri İmam Ali'nin (a.s.) üstünlüğünü ve ona özgü üstün faziletlerini aktardı. Sıra Hayber hadisesine geldi. Dediler ki: "Hayber Savaşı'nda Resûlullah (s.a.v.),Yahudilerle savaşa girmişti. 'Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o Allah'ı ve Resûlünü (s.a.v.) sever, Allah ve Resûlü (s.a.v.) de onu.
Yahudilerin kalesini Allah'ın izni ile fethetmedikçe geri dönmez. Savaştan asla kaçmayan bir cengâverdir o' buyurdu.
Ertesi gün sancağı İmam Ali'ye (a.s.) verdi. O gün inanılmaz yiğitlikler gösterip Yahudileri tam bir hezimet ve bozguna uğratarak, fethedilmesi imkânsız bilinen kaleleri Hayber'i fethetti."
Bu sırada İmam Bâkır (a.s.), Abdullah b. Nâfi'ye, "Bu hadis hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Abdullah, "Hadis doğrudur" dedi. "Ama Ali daha sonra Hâricîler'i haksız yere öldürmüş ve kâfir olmuştur" dedi.
İmam, "Anan yasını tutsun" buyurdu. "Allah, Ali'yi (a.s.) sevdiğini söylerken, o sırada, daha sonra onun Hâricîler'i öldüreceğini biliyor muydu, bilmiyor muydu? Eğer bilmiyordu dersen, küfre girmiş olursun."
Abdullah, "Biliyordu elbet" dedi.
İmam (a.s.), "Sence, Yüce Allah Ali'yi (a.s.) O'na itaat ettiği için mi, yoksa itaatinden çıktığı ve günaha girdiği için mi seviyordu?"
Abdullah, "Tabii ki itaat ettiği için Allah onu seviyordu" dedi.
İmam, "Kalk o zaman, Ali'nin (a.s.) hak üzere olduğunu sen de kabul ettin işte" buyurdu.
Abdullah ayağa kalkıp, hakkın bâtıldan ayrılması mânâsında şu ayeti okudu: "Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar..." Sonra da, "Allah, elçiliğini hangi aileye vereceğini daha iyi bilir" ayetini okudu.
Böylece, İmam'ın (a.s.) haklılığını kabul ettiğini açıkladı." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Muhammed Bakır eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.