Bugün Türk milletinin en temel sorunlarından birisi, ekonomik anlamda emperyalist kıskaç altına alınmış olmasıdır. Siyasi, kültürel ve ekonomik emperyalizm birbirine bağlı paket bir programdır. Özellikle Tanzimat’tan beri kademe kademe Türk milletinin hem bağımsız siyasi iradesi elinden alınmış, hem Türk-İslam kültür ve medeniyet değerleri işlevsiz hale getirilmiş, hem de yeraltı ve yerüstü bütün maddi zenginlikleri elinden alınmıştır. Bugün donumuzdan arabamıza, kalemimizden bilgisayarımıza kadar satın alıp kullandığımız ve tükettiğimiz ürünlerin neredeyse tamamı yabancıların. Bankalarımızdan fabrikalarımıza, limanlarımızdan alışveriş merkezlerimize kadar hemen hepsi yabancıların elinde. Paranın, ekonominin, ürünlerin patronu, efendisi yabancılar; biz de tüketici, işçi, memur, asker ve polis olarak onların kârlarının bekçisi ve işleticisiyiz. Dışarıdan Emperyalist batılılar, içerden onların temsilcileri tarafından sanayi, teknoloji ve ticaretten bir proje dahilinde uzak tutulduk. Bütün ekonomik alanları yabancılara teslim ederek kendi kendimizin tasfiye sürecini hızlandırdık. Nitekim bugün kendi ellerimizle kendi zenginlik kaynaklarımızı yabancı efendilere teslim etmemiz, Cumhuriyet’ten önceki Osmanlı Devleti’nin son yıllarının bir benzeri gibidir.
Nitekim Servet-i Fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz, 1931’de yayınladığı Matbuat Hatıralarım adlı kitabında sanki günümüz Türkiye’sini anlatıyor. Aşağıya alıntıladığım bölümden tarihin tekerrürünü görmek, bizim için çok üzücü. Ahmet İhsan kendi dönemindeki İstanbul’un sosyal ve ekonomik durumunu şöyle tasvir ediyor:
“Şimdi gelelim eski halimize ve eski duygumuza: İstanbul Başdefterdarlığı’nda bulunmuş olan büyük babam Muhtar Efendi’den kalma Vaniköyü’ndeki yalımızda ben dünyayı ilk görüp anlamaya başladığım vakit aile doktorumuzun adı Andonaki, eczamızın ismi Petraki idi. Babamın sarrafı Artin idi. Bakkalımız Bodosaki, terzimiz Karnik, kuyumcumuz Garbis, berberimiz Yani idi. Yalımızın önünden kayıkla geçen tefeci Mişon, gevrekçi Yanko, yemişçi Vasil bize her gün mal satardı. Yalıda sandalcımız Dimitri idi. Ayvazın adı İstipan idi; eve gelen bohçacı kadın Mannik dudu idi. Biz bu bir sürü yabancıların alışverişini çok tabii buluyorduk. Paralarımızı onlara düşünmeden verirdik. Çünkü İstanbul’un Türkleri ya Mevleviyet tahsisatı veya Arpalık parası alan başı sarıklılardan yahut maaşlı olarak kalemlerdeki memurlardan ve zabitlerden ibaret idi ve ticarete, sanayie, esnaflığa hakaretle bakardık. Bu işleri İstanbullu beyler kendirine layık görmezdi. İstanbul Türkleri hemen hep hazır yiyici idi. Anadolu’dan ve Rumeli’den şehre gelen Türkler ise hamal, küfeci ve rençberlikten ileri geçmezlerdi ve bu zavallılara “kaba Türk”, “leblebici Türk” derlerdi.
Boğaziçi’nden İstanbul’a bizi indiren vapurların kaptanlarının hiçbirisi Türk değildi. Şimendifer idarelerinde, bankalarda, karantina ve fener idareliğinde tek bir Türk görülmüş değildi.
Kitabımın 1. cildinde yazdığım üzre gazetecilik, kitapçılık ve matbaacılık dahi her şey gibi Türk olmayanların elinde idi. Günlük gazetelerin sahipleri Çirçil, Filip, Mihran, Nikolaidi idi. Mecmuaları Karabetler ve Gasparlar, Ohannesler çıkarırdı.
Türk tebaası olduğu halde Türklük ile alakası hiç mesabesinde olan bu güruhun yanında daha acıklı bir güruh daha vardı. Bu da İstanbul veya İzmir’de belki yüz seneden beri yerleştikleri ve işler tuttukları halde ceplerinde belki hiç tanımadıkları bir memleketin ecnebi pasaportunu taşıyan Levantenler idi. Kapitülasyon rejiminden istifade eden Levantenler cennette imiş gibi vergisiz, kontrolsüz Türkiye’de yaşarlardı. Ve bunların her birinin o zamanki hayatı ve imtiyazı bugünkü ecnebi elçileri mertebesinde idi. Onlara Frenk derlerdi. İzmir’de Frenk mahallesi bile vardır. Beyoğlu onların saltanat sürdükleri muhitti. Haraç veren sade Türklerdi ve biz bu hali tabii bulurduk. Bizi sömürüp yiyen hastalığın hiç farkında değildik. Hazır yiyicilikte devam eder giderdik.
İşte dediğimiz gibi bu iktisadî körlüğümüzün ilk ışığı 1855’te parlamış. 1897’de Ermeni isyanında ilk eserini vermiştir. O tarihte Saray bile ürktü. Mihran’ın Sabah gazetesini muvakkaten kapadı. Bu sayede İkdam, içinde çırpındığı sıkıntıdan kurtulmuştu. Halk artık bir Türk’ün çıkardığı gazeteye heves eylediği için Sabah’ın kapalı kaldığı günlerde İkdam’a alışıverdi ve İkdam’ı yaşattı. Gene 1897’de ilk Türk eczanesi açıldı. Şehzadebaşı’nda idi. Hamdi Eczanesi isminde idi.”
Osmanlının sön dönem Türkleri, Atatürk’ün önderliğinde şanlı bir İstiklâl Mücadelesi vererek Cumhuriyet’le birlikte “hamal, küfeci ve rençberlikten” kurtulup kendi vatanının, kendi kaynaklarının, kendi ekonomisinin efendisi olmuştu. Atatürk’ten sonra Türk milleti, eski konumuna itildi. Yani para toplayan ve dağıtan bütün ekonomik müesseselerimizi yabancılara satarak, kendi vatanımızda parya durumuna düşürüldük. Şimdi sadece küçük memur, bekçi, polis, asker, çiftçi, işsiz, salt tüketici bir topluluk konumumuzdan kurtulmak için siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda tam bağımsızlıkçı bir istiklâl mücadelesi vermek zorundayız. Ancak böylelikle tekrar kendi vatanımızın hem efendisi hem işçisi olabiliriz. Türk, istiklâli uğrunda irade beyan ederse var olur, yoksa yok olur.
Nitekim Servet-i Fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz, 1931’de yayınladığı Matbuat Hatıralarım adlı kitabında sanki günümüz Türkiye’sini anlatıyor. Aşağıya alıntıladığım bölümden tarihin tekerrürünü görmek, bizim için çok üzücü. Ahmet İhsan kendi dönemindeki İstanbul’un sosyal ve ekonomik durumunu şöyle tasvir ediyor:
“Şimdi gelelim eski halimize ve eski duygumuza: İstanbul Başdefterdarlığı’nda bulunmuş olan büyük babam Muhtar Efendi’den kalma Vaniköyü’ndeki yalımızda ben dünyayı ilk görüp anlamaya başladığım vakit aile doktorumuzun adı Andonaki, eczamızın ismi Petraki idi. Babamın sarrafı Artin idi. Bakkalımız Bodosaki, terzimiz Karnik, kuyumcumuz Garbis, berberimiz Yani idi. Yalımızın önünden kayıkla geçen tefeci Mişon, gevrekçi Yanko, yemişçi Vasil bize her gün mal satardı. Yalıda sandalcımız Dimitri idi. Ayvazın adı İstipan idi; eve gelen bohçacı kadın Mannik dudu idi. Biz bu bir sürü yabancıların alışverişini çok tabii buluyorduk. Paralarımızı onlara düşünmeden verirdik. Çünkü İstanbul’un Türkleri ya Mevleviyet tahsisatı veya Arpalık parası alan başı sarıklılardan yahut maaşlı olarak kalemlerdeki memurlardan ve zabitlerden ibaret idi ve ticarete, sanayie, esnaflığa hakaretle bakardık. Bu işleri İstanbullu beyler kendirine layık görmezdi. İstanbul Türkleri hemen hep hazır yiyici idi. Anadolu’dan ve Rumeli’den şehre gelen Türkler ise hamal, küfeci ve rençberlikten ileri geçmezlerdi ve bu zavallılara “kaba Türk”, “leblebici Türk” derlerdi.
Boğaziçi’nden İstanbul’a bizi indiren vapurların kaptanlarının hiçbirisi Türk değildi. Şimendifer idarelerinde, bankalarda, karantina ve fener idareliğinde tek bir Türk görülmüş değildi.
Kitabımın 1. cildinde yazdığım üzre gazetecilik, kitapçılık ve matbaacılık dahi her şey gibi Türk olmayanların elinde idi. Günlük gazetelerin sahipleri Çirçil, Filip, Mihran, Nikolaidi idi. Mecmuaları Karabetler ve Gasparlar, Ohannesler çıkarırdı.
Türk tebaası olduğu halde Türklük ile alakası hiç mesabesinde olan bu güruhun yanında daha acıklı bir güruh daha vardı. Bu da İstanbul veya İzmir’de belki yüz seneden beri yerleştikleri ve işler tuttukları halde ceplerinde belki hiç tanımadıkları bir memleketin ecnebi pasaportunu taşıyan Levantenler idi. Kapitülasyon rejiminden istifade eden Levantenler cennette imiş gibi vergisiz, kontrolsüz Türkiye’de yaşarlardı. Ve bunların her birinin o zamanki hayatı ve imtiyazı bugünkü ecnebi elçileri mertebesinde idi. Onlara Frenk derlerdi. İzmir’de Frenk mahallesi bile vardır. Beyoğlu onların saltanat sürdükleri muhitti. Haraç veren sade Türklerdi ve biz bu hali tabii bulurduk. Bizi sömürüp yiyen hastalığın hiç farkında değildik. Hazır yiyicilikte devam eder giderdik.
İşte dediğimiz gibi bu iktisadî körlüğümüzün ilk ışığı 1855’te parlamış. 1897’de Ermeni isyanında ilk eserini vermiştir. O tarihte Saray bile ürktü. Mihran’ın Sabah gazetesini muvakkaten kapadı. Bu sayede İkdam, içinde çırpındığı sıkıntıdan kurtulmuştu. Halk artık bir Türk’ün çıkardığı gazeteye heves eylediği için Sabah’ın kapalı kaldığı günlerde İkdam’a alışıverdi ve İkdam’ı yaşattı. Gene 1897’de ilk Türk eczanesi açıldı. Şehzadebaşı’nda idi. Hamdi Eczanesi isminde idi.”
Osmanlının sön dönem Türkleri, Atatürk’ün önderliğinde şanlı bir İstiklâl Mücadelesi vererek Cumhuriyet’le birlikte “hamal, küfeci ve rençberlikten” kurtulup kendi vatanının, kendi kaynaklarının, kendi ekonomisinin efendisi olmuştu. Atatürk’ten sonra Türk milleti, eski konumuna itildi. Yani para toplayan ve dağıtan bütün ekonomik müesseselerimizi yabancılara satarak, kendi vatanımızda parya durumuna düşürüldük. Şimdi sadece küçük memur, bekçi, polis, asker, çiftçi, işsiz, salt tüketici bir topluluk konumumuzdan kurtulmak için siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda tam bağımsızlıkçı bir istiklâl mücadelesi vermek zorundayız. Ancak böylelikle tekrar kendi vatanımızın hem efendisi hem işçisi olabiliriz. Türk, istiklâli uğrunda irade beyan ederse var olur, yoksa yok olur.
Prof. Dr. Nurullah Çetin / diğer yazıları
- Dayatılan kapitalist stil / 26.12.2015
- "Karıştır barıştır"a karşı "birleştir savuştur" / 30.11.2015
- Öğretmenler Günü'nü kutlamak / 26.11.2015
- İşin sırrı dengede / 20.11.2015
- IŞİD terörist peki Fransa nedir? / 18.11.2015
- Anaları ağlamasın diye Fransa'ya çözüm süreci desteği / 17.11.2015
- Bir 10 Kasım yazısı / 12.11.2015
- Ölmek ve köle olmak dışında üçüncü bir seçenek / 11.11.2015
- Türk sosyalistlerini marabalıktan kurtulmaya davet / 09.11.2015
- Yandakların istilası / 05.11.2015
- "Karıştır barıştır"a karşı "birleştir savuştur" / 30.11.2015
- Öğretmenler Günü'nü kutlamak / 26.11.2015
- İşin sırrı dengede / 20.11.2015
- IŞİD terörist peki Fransa nedir? / 18.11.2015
- Anaları ağlamasın diye Fransa'ya çözüm süreci desteği / 17.11.2015
- Bir 10 Kasım yazısı / 12.11.2015
- Ölmek ve köle olmak dışında üçüncü bir seçenek / 11.11.2015
- Türk sosyalistlerini marabalıktan kurtulmaya davet / 09.11.2015
- Yandakların istilası / 05.11.2015