Prof. Dr. Haydar Baş'ın kalemindenDini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
MEALCİLİK İDDİASI
Meal, bir sözün manasını bazı eksiklikleriyle beraber ifade etmek manasına gelir. Genellikle Kur'an'ın tercümesinde kullanılır. Ancak ne meali, ne de başka dillerde yapılan tercümeleri Kur'an'ın kendisidir. Mütercim, ancak Kur'an'dan anlatıklarını ifade edebilir. Diğer bir deyişle meal, tercüme yapanın Kur'an'dan anladığıdır.
Mealcilik Nedir?
Nüzul sebebi bilinmeden, tefsire bakılmadan sadece meale dayanarak Kur'an'ı okumak ve anlattığı ile amel etmenin adı mealciliktir.
Mealcilik, sünnet, mezhep ve meşrep müessesesinin dışlanmasına ve tarihselliğin Kur'an'a uygulanmasına zemin hazırlayan bir düşünce olduğundan Batılı müsteşrikler tarafından, İslam aleminde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Peki sadece meale dayanarak Kur'an'ı doğru bir biçimde anlamak mümkün olabilir mi? Kur'an'ın meali, Kur'an'ın kendisi olmayacağı gibi, yalnız meale dayanarak Kur'an'ı doğru bir biçimde anlayabilmek kesinlikle mümkün değildir.
Bu hususta Prof. Dr. Yakub Çiçek'in "İslam'ı Anlamaya Engel İki Tuzak: Tarihselcilik ve Mealcilik" isimli makalesinden şunları öğreniyoruz:
"Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen lafzı tercümede Kur'an için mümkün değildir. Bu tercümede tercüme edilen metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması gereklidir. Belagat, fesahat, icaz ve üslubuyla Kur'an'ın bu şekilde tercümesi imkansız gibidir.
Kur'an'ın tercümesi, pek çok harfi, edatı, kelimesi çeşitli manalara geldiğinden edebî sanatları bulunduğundan, değişik kıraat vecihleri yer aldığından mümkün olabilir. Asıl özelliği "Nazmında ve tertibinde asla benzeme" olan tefsiri tercümesi de oldukça zordur. Burada mütercim ancak kendi anladıklarını dile getirebilir".
Prof. Dr. Yakub Çiçek mealin Kur'an'ı anlamadaki yetersizliğini de şöyle ifade ediyor:
"Doğru bir şekilde tefsir edilebilmesi için gerekli olan ve sayıları ez-Zerkeşi tarafından kırk yedi olarak zikredilen bilgiler bilinmeden sadece mealiyle Kur'an'ın anlaşılması nasıl mümkün olabilir?
Mesela "İman edip sâlih amel işleyenler için yediklerinden dolayı bir günah yoktur" ayeti, müminin imandan önceki günahlarından dolayı sorumlu olmadığını ifade etmektedir. Nüzul sebebi bir tarafa bırakılırsa mutlak olarak müminin işleyeceği haramdan sorumlu olmayacağını ifade eder ki bu yanlıştır. Bunu mealde nasıl verebilirsiniz?
Hakikat-mecaz konusu dillere göre farklı olabilir. "Onlar parmaklarını kulaklarına sokarlar"207ayetini, mecazî ifadesini bilmeden anlayamayız. Müşkilü-l Kur'an konusuna giren ayetler, nasıl tercüme edilecektir? Vücuh ve nezair nasıl tercüme edilecektir?"
Kur'an'ın Anlaşılmasında
Esbab-ı Nüzulün Önemi
Bir ayetin veya bir sûrenin inişine sebep olan hadiseye Esbab-ı Nüzul denir. Esbab-ı Nüzul'ün Kur'an'ın anlaşılmasında önemli bir yeri vardır. Bir başka ifadeyle sebeb-i nüzulü kenara iterek Kur'an'ı anlamak hiç mümkün değildir.
Esbab-ı nüzul, ayetlerin iniş sebeplerini ortaya koyar. Bu sebepler hüküm vermede ya illettir, ya hikmettir. İlletini ve hikmetini anlamadan -yani sebeb-i nüzulü dışlayarak- ayete bir mana yüklemek ve yorum getirmek, ayeti Allah'ın muradının dışına taşırmaktır.
Şayet bu fiil bir cehalet ve gafletten dolayı değil de, bir kasıttan dolayı yapılıyorsa, Kur'an'ın illet ve hikmetini ortadan kaldırmak manasına gelir ki, bu tarz bir davranış hakikati örtmenin veya bir başka ifadeyle küfrün alametidir. Zira müminin kastı, Allah'ın ayeti kerimedeki maksadını kavramaktır. Bu da esbab-ı nüzul ile mümkündür. Bu gerçeği şu veya bu nedenle göz ardı etmek; samimiyetsizliğin, Kur'an dışı hareket edenlere hamallık etmenin alamet ve de işaretidir.
MİSYONERLERİN Dİ?ER BİR OYUNU: VESİLE VE ŞEFAATİN İNKARI
Oryantalist müsteşrikler ve misyonerler, tasavvuf kurumunun İslam âleminde oynadığı birleştirici rolü ve Müslümanları merkezî otoriteye bağlayıcı etkisini yok edebilmek için kâmil insanlara tevessül etmenin şirk ve haram olduğu düşüncesini yaymaya çalıştılar. Türbe ve kabirlerin tahrif edilmesi ve kabir ziyaretlerinin şirk olarak kabul edilmesi de yine vesile ve şefaati küfür olarak göstermeye çalışan müsteşrik oyunlarının bir neticesidir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Osmanlı'da merkezden kilometrelerce uzaktaki Müslümanların halifeye olan bağlılığını tasavvuf kurumu temin etmekteydi. Zira kâmil insana teslimiyet, halifeye olan bağlılık ile eş anlamlıydı. Bu hakikatin farkında olan ajan misyonerler, Sömürge Bakanlığı'ndan aldıkları talimatla tasavvuf kurumunu çökertmek faaliyetlerine giriştiler. Bu maksatla önce vesile ve şefaat gerçeğini inkarla işe başladılar.
Vesile nedir?
İslam akaidine göre yaratılmış bütün mahlukatın vücud bulmasında fail-i hakiki yalnız Cenab-ı Hak'tır. Fail-i Hakiki mutlak ve tektir. O'ndan başka fail aramak ise küfürdür.
Bu temel kaideden sonra, ikinci bir kural da şudur: Cenab-ı Hak zatını gizlemek kastı ile sebepler silsilesini araya koymuştur. Bu yüzden de "esbaba tevessül" şart olmuştur.
Üçüncü bir esas ise şudur ki, Allah'tan gayri, maddî olsun, manevî olsun bütün mevcudat mahluktur yani yaratılmıştır. Ve meydana gelmeleri Cenab-ı Hak tarafından bir takım sebeplere bağlanmıştır. Bu sebeplere sarılmak Allah'ı inkar değildir. Ancak yaratılmışa Halik nazarı ile bakmak küfürdür. Bütün bu tespitlerden sonra, Allah'ın adını zikretmeden fakat varlığını da inkar etmeden "Dünyayı aydınlatan güneştir, yağmuru yağdıran buluttur, nebatatı yeşerten sudur, insanı ihtiyarlatan zamandır" gibi ifadeler kullanılması küfrü gerektirir mi? Elbette hayır. Zira bu hususlar hep sünnetullahtır (Allah'ın değişmez kanunu). Dünyayı aydınlatmada güneşi yaratan Allah'tır. Yağmur için bulutu yaratan Allah'tır. Bütün bu fiilde fail-i hakiki Allah'tır. Ancak sebepler cihetinden vesile olanlar zikredilmiş, Allah-ü Teala zımnen ifade edilmiştir. Ancak mümin, sebeplerin yaratıcısının da Allah (cc) olduğunu bilir. Bu bilgi müminin kalbinde daima bir tasdik halinde mevcuttur. Bu yüzden sebepleri zikrettiğinde Allah'ı anmış gibidir. Bu hakikati bir misalle ifade edelim. Bir şahıs bir başka şahısa "bana şunu ver" diyerek bir şey istese, bu talep küfür olmaz. Adet odur ki "Rabb'im bana şunu ver" diye ihtiyacını Rabb'inden istemez de sebeplere sarıldıktan sonra verenin Allah olduğunu bilir. Sebeplere sarılmak o kadar önemlidir ki, sebeplere tevessül etmeden kulun " tevekkül" etmesi yanlıştır.
Bütün bunlardan çıkan netice şudur: Kainatta fail-i hakiki yalnız Cenab-ı Hak olmasına rağmen sebepler silsilesini (sünnetullahı) zikretmek küfür olmaz. Maddî sahada durum böyleyken, manevî sahada da durum aynıdır.
MEALCİLİK İDDİASI
Meal, bir sözün manasını bazı eksiklikleriyle beraber ifade etmek manasına gelir. Genellikle Kur'an'ın tercümesinde kullanılır. Ancak ne meali, ne de başka dillerde yapılan tercümeleri Kur'an'ın kendisidir. Mütercim, ancak Kur'an'dan anlatıklarını ifade edebilir. Diğer bir deyişle meal, tercüme yapanın Kur'an'dan anladığıdır.
Mealcilik Nedir?
Nüzul sebebi bilinmeden, tefsire bakılmadan sadece meale dayanarak Kur'an'ı okumak ve anlattığı ile amel etmenin adı mealciliktir.
Mealcilik, sünnet, mezhep ve meşrep müessesesinin dışlanmasına ve tarihselliğin Kur'an'a uygulanmasına zemin hazırlayan bir düşünce olduğundan Batılı müsteşrikler tarafından, İslam aleminde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Peki sadece meale dayanarak Kur'an'ı doğru bir biçimde anlamak mümkün olabilir mi? Kur'an'ın meali, Kur'an'ın kendisi olmayacağı gibi, yalnız meale dayanarak Kur'an'ı doğru bir biçimde anlayabilmek kesinlikle mümkün değildir.
Bu hususta Prof. Dr. Yakub Çiçek'in "İslam'ı Anlamaya Engel İki Tuzak: Tarihselcilik ve Mealcilik" isimli makalesinden şunları öğreniyoruz:
"Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen lafzı tercümede Kur'an için mümkün değildir. Bu tercümede tercüme edilen metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması gereklidir. Belagat, fesahat, icaz ve üslubuyla Kur'an'ın bu şekilde tercümesi imkansız gibidir.
Kur'an'ın tercümesi, pek çok harfi, edatı, kelimesi çeşitli manalara geldiğinden edebî sanatları bulunduğundan, değişik kıraat vecihleri yer aldığından mümkün olabilir. Asıl özelliği "Nazmında ve tertibinde asla benzeme" olan tefsiri tercümesi de oldukça zordur. Burada mütercim ancak kendi anladıklarını dile getirebilir".
Prof. Dr. Yakub Çiçek mealin Kur'an'ı anlamadaki yetersizliğini de şöyle ifade ediyor:
"Doğru bir şekilde tefsir edilebilmesi için gerekli olan ve sayıları ez-Zerkeşi tarafından kırk yedi olarak zikredilen bilgiler bilinmeden sadece mealiyle Kur'an'ın anlaşılması nasıl mümkün olabilir?
Mesela "İman edip sâlih amel işleyenler için yediklerinden dolayı bir günah yoktur" ayeti, müminin imandan önceki günahlarından dolayı sorumlu olmadığını ifade etmektedir. Nüzul sebebi bir tarafa bırakılırsa mutlak olarak müminin işleyeceği haramdan sorumlu olmayacağını ifade eder ki bu yanlıştır. Bunu mealde nasıl verebilirsiniz?
Hakikat-mecaz konusu dillere göre farklı olabilir. "Onlar parmaklarını kulaklarına sokarlar"207ayetini, mecazî ifadesini bilmeden anlayamayız. Müşkilü-l Kur'an konusuna giren ayetler, nasıl tercüme edilecektir? Vücuh ve nezair nasıl tercüme edilecektir?"
Kur'an'ın Anlaşılmasında
Esbab-ı Nüzulün Önemi
Bir ayetin veya bir sûrenin inişine sebep olan hadiseye Esbab-ı Nüzul denir. Esbab-ı Nüzul'ün Kur'an'ın anlaşılmasında önemli bir yeri vardır. Bir başka ifadeyle sebeb-i nüzulü kenara iterek Kur'an'ı anlamak hiç mümkün değildir.
Esbab-ı nüzul, ayetlerin iniş sebeplerini ortaya koyar. Bu sebepler hüküm vermede ya illettir, ya hikmettir. İlletini ve hikmetini anlamadan -yani sebeb-i nüzulü dışlayarak- ayete bir mana yüklemek ve yorum getirmek, ayeti Allah'ın muradının dışına taşırmaktır.
Şayet bu fiil bir cehalet ve gafletten dolayı değil de, bir kasıttan dolayı yapılıyorsa, Kur'an'ın illet ve hikmetini ortadan kaldırmak manasına gelir ki, bu tarz bir davranış hakikati örtmenin veya bir başka ifadeyle küfrün alametidir. Zira müminin kastı, Allah'ın ayeti kerimedeki maksadını kavramaktır. Bu da esbab-ı nüzul ile mümkündür. Bu gerçeği şu veya bu nedenle göz ardı etmek; samimiyetsizliğin, Kur'an dışı hareket edenlere hamallık etmenin alamet ve de işaretidir.
MİSYONERLERİN Dİ?ER BİR OYUNU: VESİLE VE ŞEFAATİN İNKARI
Oryantalist müsteşrikler ve misyonerler, tasavvuf kurumunun İslam âleminde oynadığı birleştirici rolü ve Müslümanları merkezî otoriteye bağlayıcı etkisini yok edebilmek için kâmil insanlara tevessül etmenin şirk ve haram olduğu düşüncesini yaymaya çalıştılar. Türbe ve kabirlerin tahrif edilmesi ve kabir ziyaretlerinin şirk olarak kabul edilmesi de yine vesile ve şefaati küfür olarak göstermeye çalışan müsteşrik oyunlarının bir neticesidir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Osmanlı'da merkezden kilometrelerce uzaktaki Müslümanların halifeye olan bağlılığını tasavvuf kurumu temin etmekteydi. Zira kâmil insana teslimiyet, halifeye olan bağlılık ile eş anlamlıydı. Bu hakikatin farkında olan ajan misyonerler, Sömürge Bakanlığı'ndan aldıkları talimatla tasavvuf kurumunu çökertmek faaliyetlerine giriştiler. Bu maksatla önce vesile ve şefaat gerçeğini inkarla işe başladılar.
Vesile nedir?
İslam akaidine göre yaratılmış bütün mahlukatın vücud bulmasında fail-i hakiki yalnız Cenab-ı Hak'tır. Fail-i Hakiki mutlak ve tektir. O'ndan başka fail aramak ise küfürdür.
Bu temel kaideden sonra, ikinci bir kural da şudur: Cenab-ı Hak zatını gizlemek kastı ile sebepler silsilesini araya koymuştur. Bu yüzden de "esbaba tevessül" şart olmuştur.
Üçüncü bir esas ise şudur ki, Allah'tan gayri, maddî olsun, manevî olsun bütün mevcudat mahluktur yani yaratılmıştır. Ve meydana gelmeleri Cenab-ı Hak tarafından bir takım sebeplere bağlanmıştır. Bu sebeplere sarılmak Allah'ı inkar değildir. Ancak yaratılmışa Halik nazarı ile bakmak küfürdür. Bütün bu tespitlerden sonra, Allah'ın adını zikretmeden fakat varlığını da inkar etmeden "Dünyayı aydınlatan güneştir, yağmuru yağdıran buluttur, nebatatı yeşerten sudur, insanı ihtiyarlatan zamandır" gibi ifadeler kullanılması küfrü gerektirir mi? Elbette hayır. Zira bu hususlar hep sünnetullahtır (Allah'ın değişmez kanunu). Dünyayı aydınlatmada güneşi yaratan Allah'tır. Yağmur için bulutu yaratan Allah'tır. Bütün bu fiilde fail-i hakiki Allah'tır. Ancak sebepler cihetinden vesile olanlar zikredilmiş, Allah-ü Teala zımnen ifade edilmiştir. Ancak mümin, sebeplerin yaratıcısının da Allah (cc) olduğunu bilir. Bu bilgi müminin kalbinde daima bir tasdik halinde mevcuttur. Bu yüzden sebepleri zikrettiğinde Allah'ı anmış gibidir. Bu hakikati bir misalle ifade edelim. Bir şahıs bir başka şahısa "bana şunu ver" diyerek bir şey istese, bu talep küfür olmaz. Adet odur ki "Rabb'im bana şunu ver" diye ihtiyacını Rabb'inden istemez de sebeplere sarıldıktan sonra verenin Allah olduğunu bilir. Sebeplere sarılmak o kadar önemlidir ki, sebeplere tevessül etmeden kulun " tevekkül" etmesi yanlıştır.
Bütün bunlardan çıkan netice şudur: Kainatta fail-i hakiki yalnız Cenab-ı Hak olmasına rağmen sebepler silsilesini (sünnetullahı) zikretmek küfür olmaz. Maddî sahada durum böyleyken, manevî sahada da durum aynıdır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.