Birinci hattaki bir kalemden çıkan ve birinci hattakiler de dahil olmak üzere diğer bütün hatlardakilerin okuması gereken 5. Tim'de, Türkiye'ye 30 bin can ile 100 milyar dolar aşkın para ve hepsinden önemlisi telafisi mümkün olmayan bir "zaman" kaybına sebep olan bölücü terör problemine birinci hat gözüyle teşhiste de bulunuluyor.
Güven yitip gidince
"Dedeören köyü altımızda, üs bölgesi karşımızda gözüküyordu. Köyün üstünü ince bir sis tabakası kaplamıştı. Gizemli görüntünün altında masum bir köy yaşantısının olduğunu görmeyi en çok biz arzu ederdik. Oysa Güneydoğu'nun masumluğu yıllar öncesinde bozulmuştu. O dupduru manzaranın içerisinde güzelliğe ilişkin bir manzume elbette vardı. Ancak 'güven' yitip gidince, 'şüphe' denilen kurt, gönül ve akılları kemirip durmuş, birliktelikten doğan güzellik, yitik malımız olmuştu." ( 47)
"Çıbanbaşı örgütünü, bizim insanımıza karşı kullananlarla, aramızdaki 'sahte dostluk' ilişkisi öfkemi kabartıyordu... Adamlar fitne çıkarmışlar, bizi birbirimizin üstüne salmışlardı... PKK adı altında halkın çocuğuyla bizleri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlardı. Sonra asker, görevinin gereklerini yapınca, gönül bağı olan insanların zafiyetini kullanıyorlardı. Halkı bizden koparmak istiyorlardı... Bana düşmanlık yapana dost gibi davranmak çok zordu." ( 305)
Asıl düşmana karşı yumuşatılan Türkiye
"PKK'nın bizi yenip, özgürlük mücadelesini tamamlamak gibi bir derdi yoktu. Onlar, asıl düşmana karşı, Türkiye'yi yumuşatıyorlardı. Örgüt, bir stratejinin eseriydi. Ve o strateji 'Terörizm, yaptığı mücadeleyi hiç bir zaman kazanamaz. Ama terörle mücadele eden her zaman kaybetmiştir!' diyordu. İşte bizim kaybımız yitip giden bir servetti. Bu , kimi zaman sayılabilen bir değer olurdu. Kimi zaman da, hiç bir şeyle ölçülemeyen bir askerin canı!..." ( 333 )
"Bölücü örgütün ardındaki desteği görüyorum... Bölücülük, çağları ve mekanları kuşatan bir mücadelede, düşmanın avurdumuza geçirdiği zehirli bir çengel; çekiştirip duruyor. Biz de bu zokayı yutmuş balık gibi, canımızı yakan bu zokadan başka hiç bir şeyi hissetmiyoruz. Musibet olarak PKK'dan başka hiç bir şey görmüyoruz." ( 334 )
Şehir dağı solladı
Mücadelenin adını yukarıdaki şekilde koyan Ağar, işin belki de nirengi noktası sayılacak bölümü çözüm konusunda ülkemizin içinde bulunduğu acınası vaziyeti Ankara Gülhane Askeri Hastanesinde yaşadığı tecrübeyle şu şekilde aktarıyor:
"Uğruna mücadele ettiğimiz ve nasibimizce yüreğimizde hissettiğimiz değerlerin mutlaka korunması gerektiğini, ancak bunun, bu devirde çok zor olduğunu kavradım... Bizler mukaddesler için dağdaydık. Peki toplum nerede? Şehrin insanlarında yüce değerlerimizin bayağılaştığını görünce, geleceğimizi düşünerek kaygıya kapıldım. Onur, şeref, gurur, vatan, millet, devlet, bağımsızlık, egemenlik, namus, bayrak, sancak, dil, din, iman, Allah, Peygamber ve asker...Hani bunlar insanımızın yan gözle baktırmadığı değerleriydi? Benim gördüğüm insanların çoğunda böyle bir dert yok gibiydi. Hatta birisi;
'Ya kardeşim! Bu iş, bu kadarcık para için yapılır mı?' diye sormuştu. Gaddarlaştığımı, belki de söveceğimi anlayınca susmuştu. Demek ki mukaddeslerin değeri, artık parayla ölçülüyordu... Kendi insanına bile yaramayan kültüre çanak tutunca insanımız böyle olmuştu."
"Şehirde yaşananın asıl savaş olduğunu, hatta bir 'ölüm kalım savaşı' olduğunu gördüm. Dağdaki savaş bunun yanında hiç kalırdı. Çünkü şehrin savaşında yapılan işler, bizi biz olmaktan uzaklaştırıyordu. İnsanımız, kendisini kendisi yapan hemen her şeyini, kültürünü, dilini, ahlakını, töresini, örfünü, adetini ve inancını; kısacası medeniyetini terk ediyordu... Sonu belirsiz değişim, milleti millet, vatanı vatan, devleti devlet, insanı insan, askeri asker eden değerleri silkeliyor. 'Biz=ben', 'Vatan=Toprak', 'Millet=Topluluk', 'Devlet=Statüko', 'Bayrak=Çaput bezi', 'İnanç=Dinlerden bir din' mi olacak?!.." ( 314)
Gençliğimiz ve
geleceğimiz çalınıyor
"Hani Atatürk'ün emanet edilmesini istediği bir gelecek vardı? Eğer o gelecek bu sokaktaki gençliğe emanet edilecekse, sanırım bizim geleceğimiz olmayacak... Kendi benliğine esir olmuş gençliğe, kim gelecek vermiş ki, gelecek bizim olsun. Hak verilmiyor, alınıyor. Herkes yalnızca kendi hakkını ararsa, milletin hakkını kim arayacak?" ( 317)
"Gözümün gördüğü bu gençlik, keşke bu ülke için savaşacak ve bunu canını verecek kadar, yürekten yapacak gençlik olsa!.. Şırınga ettiği kültürüyle bizi avutanlar, saman altından teröriste destek çıkıyor. Bu strateji, onların tek tek uyguladıkları bir eylem planı da değil. Onların hepsi bir odağın etrafında. Ve o odak, bir inancı anlatıyor. Orası, 'düşmanlık miti' oluşturup, ayakta durmaya çalışan 'inancın' odağıdır. O inanış şimdi benim gençliğimi benden çalıyor. Bizi kendilerine benzetmeye çalışıyor. Amacına ulaşırsa savaşacağı adam zaten kalmıyor."
( 318 )
Gerçeğin üstü
örtülürse
Türkiye'ye çok pahalıya patlayan terör olayının teşhis boyutunu dağ ve şehir boyutuyla böyle kelimelere döken 5. Tim'in yazarı, çözüm haykırışını sitem kokan cümlelerle şöyle gerçekleştiriyor:
"Bölücülüğün karşılığı bütünlükse, bütünlüğün ne olduğuna, neden kimse bakmıyor? Her şey askerin sırtına yıkılmış, geri kalan yatıyor. Gerçeğin üstünü örtmek bize yaramıyor. Yok farz etmek de herkesi ve her şeyi bizden yana zannetmek de yanlışı hepten büyütüyor." ( 322)
Güven yitip gidince
"Dedeören köyü altımızda, üs bölgesi karşımızda gözüküyordu. Köyün üstünü ince bir sis tabakası kaplamıştı. Gizemli görüntünün altında masum bir köy yaşantısının olduğunu görmeyi en çok biz arzu ederdik. Oysa Güneydoğu'nun masumluğu yıllar öncesinde bozulmuştu. O dupduru manzaranın içerisinde güzelliğe ilişkin bir manzume elbette vardı. Ancak 'güven' yitip gidince, 'şüphe' denilen kurt, gönül ve akılları kemirip durmuş, birliktelikten doğan güzellik, yitik malımız olmuştu." ( 47)
"Çıbanbaşı örgütünü, bizim insanımıza karşı kullananlarla, aramızdaki 'sahte dostluk' ilişkisi öfkemi kabartıyordu... Adamlar fitne çıkarmışlar, bizi birbirimizin üstüne salmışlardı... PKK adı altında halkın çocuğuyla bizleri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlardı. Sonra asker, görevinin gereklerini yapınca, gönül bağı olan insanların zafiyetini kullanıyorlardı. Halkı bizden koparmak istiyorlardı... Bana düşmanlık yapana dost gibi davranmak çok zordu." ( 305)
Asıl düşmana karşı yumuşatılan Türkiye
"PKK'nın bizi yenip, özgürlük mücadelesini tamamlamak gibi bir derdi yoktu. Onlar, asıl düşmana karşı, Türkiye'yi yumuşatıyorlardı. Örgüt, bir stratejinin eseriydi. Ve o strateji 'Terörizm, yaptığı mücadeleyi hiç bir zaman kazanamaz. Ama terörle mücadele eden her zaman kaybetmiştir!' diyordu. İşte bizim kaybımız yitip giden bir servetti. Bu , kimi zaman sayılabilen bir değer olurdu. Kimi zaman da, hiç bir şeyle ölçülemeyen bir askerin canı!..." ( 333 )
"Bölücü örgütün ardındaki desteği görüyorum... Bölücülük, çağları ve mekanları kuşatan bir mücadelede, düşmanın avurdumuza geçirdiği zehirli bir çengel; çekiştirip duruyor. Biz de bu zokayı yutmuş balık gibi, canımızı yakan bu zokadan başka hiç bir şeyi hissetmiyoruz. Musibet olarak PKK'dan başka hiç bir şey görmüyoruz." ( 334 )
Şehir dağı solladı
Mücadelenin adını yukarıdaki şekilde koyan Ağar, işin belki de nirengi noktası sayılacak bölümü çözüm konusunda ülkemizin içinde bulunduğu acınası vaziyeti Ankara Gülhane Askeri Hastanesinde yaşadığı tecrübeyle şu şekilde aktarıyor:
"Uğruna mücadele ettiğimiz ve nasibimizce yüreğimizde hissettiğimiz değerlerin mutlaka korunması gerektiğini, ancak bunun, bu devirde çok zor olduğunu kavradım... Bizler mukaddesler için dağdaydık. Peki toplum nerede? Şehrin insanlarında yüce değerlerimizin bayağılaştığını görünce, geleceğimizi düşünerek kaygıya kapıldım. Onur, şeref, gurur, vatan, millet, devlet, bağımsızlık, egemenlik, namus, bayrak, sancak, dil, din, iman, Allah, Peygamber ve asker...Hani bunlar insanımızın yan gözle baktırmadığı değerleriydi? Benim gördüğüm insanların çoğunda böyle bir dert yok gibiydi. Hatta birisi;
'Ya kardeşim! Bu iş, bu kadarcık para için yapılır mı?' diye sormuştu. Gaddarlaştığımı, belki de söveceğimi anlayınca susmuştu. Demek ki mukaddeslerin değeri, artık parayla ölçülüyordu... Kendi insanına bile yaramayan kültüre çanak tutunca insanımız böyle olmuştu."
"Şehirde yaşananın asıl savaş olduğunu, hatta bir 'ölüm kalım savaşı' olduğunu gördüm. Dağdaki savaş bunun yanında hiç kalırdı. Çünkü şehrin savaşında yapılan işler, bizi biz olmaktan uzaklaştırıyordu. İnsanımız, kendisini kendisi yapan hemen her şeyini, kültürünü, dilini, ahlakını, töresini, örfünü, adetini ve inancını; kısacası medeniyetini terk ediyordu... Sonu belirsiz değişim, milleti millet, vatanı vatan, devleti devlet, insanı insan, askeri asker eden değerleri silkeliyor. 'Biz=ben', 'Vatan=Toprak', 'Millet=Topluluk', 'Devlet=Statüko', 'Bayrak=Çaput bezi', 'İnanç=Dinlerden bir din' mi olacak?!.." ( 314)
Gençliğimiz ve
geleceğimiz çalınıyor
"Hani Atatürk'ün emanet edilmesini istediği bir gelecek vardı? Eğer o gelecek bu sokaktaki gençliğe emanet edilecekse, sanırım bizim geleceğimiz olmayacak... Kendi benliğine esir olmuş gençliğe, kim gelecek vermiş ki, gelecek bizim olsun. Hak verilmiyor, alınıyor. Herkes yalnızca kendi hakkını ararsa, milletin hakkını kim arayacak?" ( 317)
"Gözümün gördüğü bu gençlik, keşke bu ülke için savaşacak ve bunu canını verecek kadar, yürekten yapacak gençlik olsa!.. Şırınga ettiği kültürüyle bizi avutanlar, saman altından teröriste destek çıkıyor. Bu strateji, onların tek tek uyguladıkları bir eylem planı da değil. Onların hepsi bir odağın etrafında. Ve o odak, bir inancı anlatıyor. Orası, 'düşmanlık miti' oluşturup, ayakta durmaya çalışan 'inancın' odağıdır. O inanış şimdi benim gençliğimi benden çalıyor. Bizi kendilerine benzetmeye çalışıyor. Amacına ulaşırsa savaşacağı adam zaten kalmıyor."
( 318 )
Gerçeğin üstü
örtülürse
Türkiye'ye çok pahalıya patlayan terör olayının teşhis boyutunu dağ ve şehir boyutuyla böyle kelimelere döken 5. Tim'in yazarı, çözüm haykırışını sitem kokan cümlelerle şöyle gerçekleştiriyor:
"Bölücülüğün karşılığı bütünlükse, bütünlüğün ne olduğuna, neden kimse bakmıyor? Her şey askerin sırtına yıkılmış, geri kalan yatıyor. Gerçeğin üstünü örtmek bize yaramıyor. Yok farz etmek de herkesi ve her şeyi bizden yana zannetmek de yanlışı hepten büyütüyor." ( 322)