Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük?
Devlet-i Aliye'nin içine düştüğü "yarı sömürge" durumdan çıkmak için Osmanlı aydınlarının ürettiği çözümleri böyle sıralayabiliriz.
Osmanlıcılık; devletin Osmanlı kimliğiyle yürüttüğü altı asırlık başarısını ölçü alarak ülke bütünlüğünün sağlanacağını savunuyordu. Sınırlar içinde yaşayan fertler arasında dil, din, ırk, mezhep, kültür farkı gözetmeksizin oluşturulacak bir anlayışın mevcut çöküşe engel olabileceğine inanılıyordu. Özellikle bağımsızlık yanlısı azınlıklara verilecek bu haklarla parçalanmanın önüne geçilebilecekti. Fakat gerek Meclis-i Mebusan'daki azınlık vekillerinin tutumları, gerekse 93 Harbi'nde Balkan uluslarının Ruslarla işbirliği Osmanlıcılık düşüncesinin sonunu getirdi. Zira doğuda Ermeni çetelerini, batıda Balkan gruplarını devletleşme sürecine sokanlar da bizzat Meclis-i Mebusan'daydı.
Batıcılık; tahmin edileceği gibi Karlofça'dan beri kan kaybeden Devlet-i Aliye'nin "yenilenler yenenleri taklit ederler" diyen İbn Haldun'u doğrularcasına Batıyı taklitten ibaretti. Gelişen süreç gösterdi ki; batılılaşma çöküşü hızlandırdı, Osmanlıyı yarı sömürge yaptı, ama asla kurtaramadı.
Günümüze kadar devam eden İslamcılık akımı; 2. Abdülhamit zamanında ivme kazandı. İslam dininin gerektiği gibi anlaşılmadığı ve uygulanmadığından şikâyetle vücut bulan akım, özellikle dinin zahiri boyutunu öne çıkartmıştır. Alimi, ibadeti değil de zahiri; insanı değil de sistemi baz alan İslamcılık, hala aynı doğrultuda serüvenine devam etmektedir.
Son madde olarak Türkçülük ise; Osmanlıcılığın iflasıyla ortaya çıkmış, 1789 Fransız İhtilali'nden etkilenerek İttihat Terakki iktidarında taraftar bulmuştur. Osmanlının çok uluslu bir imparatorluk olduğu gerçeğinin farkına varılamamış, devleti yönetenlerin ulusçu yaklaşımları diğer ulusları da bağımsızlığa itmiştir.
Aslında bu dört fikri akımın Türk insanının ideolojiyle tanışma sürecini oluşturduğunu iddia edebiliriz. Tanzimat öncesinde Müslüman Türk insanının zihninde ideolojik kalıplar yer almamaktadır. Çünkü Osmanlı insanı bir düşünürden çok inanç adamıdır.
Devam eden zamanda bütün bu kurtarıcı ideolojilere rağmen Osmanlı Devleti kurtarılamamıştır. Çünkü Osmanlıcılık ile Osmanlılık, Türkçülük ile Türk olmak, İslamcılık ile İslam, hatta Batıcılık ile Batı aynı şeyler değildir. Olgudan ideoloji türeterek onu yüceltmeye çalışmak, konuyu ancak felsefi zemine oturtmaya yaramıştır.
Ve işin ilginç yanı; Anadolu coğrafyasında verilen Kurtuluş Savaşında "kurtarıcı kimlik" Osmanlıcılık, Batıcılık vs. olmamıştır. Tales Savaşı'ndan beri Türklerin İslam'a, İslam'ın Türklere kavuşmasıyla oluşan, Karahanlılarla, Gaznelilerle, Selçuklularla, Osmanlılarla vücut bulan bir medeniyetin öznesi olan kimlik Anadolu'da Kuvva-yı Milliye'yi örgütlemiştir. Bu kimliğin adı "Müslüman-Türk" kimliğidir. Asla ideolojik bir altyapıya sahip değildir.
İdeolojiler zihinlerdeki fikri oluşumların ürünleridir. Kimlikleri ise tarihten gelen medeniyetler vücuda getirir. Müslüman-Türk kimliğinden Müslümanlığı alarak İslamcılığa tebdil eden ya da Türklüğü alarak Türkçülüğe dönüştüren fikri/siyasi gruplar zaman içerisinde nasıl bir yanlışa düştüklerinin ayırdına varamamışlardır. Çünkü kimliği ideolojiye dönüştürmek demek onu tartışmaya açmak demektir. Hele bunu siyasi bir partinin tekelinde piyasaya sürerseniz iki temel yanlışa birden düşersiniz; hem ideolojinin referans olduğu kimlik yıpratılır, hem de karşıt partiler tarafından ayrışma sebebi olur.
Oysa milletler kimlikleriyle ayakta dururlar ve kimlikler milletleri birleştirir. İdeolojilerle gelinen nokta fikir anarşisi ve kamplaşmadır.
O halde "Müslüman-Türk" kimdir?
Öncelikle sanıldığı gibi Türklüğün ve Müslümanlığın felsefi bir sentezi olan Türk-İslam sentezi değil, Prof. Dr. Haydar Baş'ın tanımıyla bir millet olma ve medeniyet kimliğidir. Nefesini Ehl-i Beyt'in verdiği, hamurunu Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli'nin mayaladığı, unvanı 'Asakirullah' olan millete Müslüman-Türk Milleti denir.
Fundamentalist değil dindar, şovenist değil milliyetçi, mandacı değil tam bağımsızlıkçı bir karakterdir. Müslüman-Türk kimliği aynı değerleri paylaşan bütün etnik kökenlerin ortak adıdır. İslamcıların arayıp da bulamadığı aşk ve huşuyu, sosyal demokratların kaybettikleri sosyal adaleti ve bağımsızlık ruhunu, milliyetçi muhafazakârların göremedikleri Türk'ün 'Asakirullah' sıfatını ancak kendimize döndüğümüzde buluruz.
Yani biz ancak bize benzeriz. Vesselam?
Devlet-i Aliye'nin içine düştüğü "yarı sömürge" durumdan çıkmak için Osmanlı aydınlarının ürettiği çözümleri böyle sıralayabiliriz.
Osmanlıcılık; devletin Osmanlı kimliğiyle yürüttüğü altı asırlık başarısını ölçü alarak ülke bütünlüğünün sağlanacağını savunuyordu. Sınırlar içinde yaşayan fertler arasında dil, din, ırk, mezhep, kültür farkı gözetmeksizin oluşturulacak bir anlayışın mevcut çöküşe engel olabileceğine inanılıyordu. Özellikle bağımsızlık yanlısı azınlıklara verilecek bu haklarla parçalanmanın önüne geçilebilecekti. Fakat gerek Meclis-i Mebusan'daki azınlık vekillerinin tutumları, gerekse 93 Harbi'nde Balkan uluslarının Ruslarla işbirliği Osmanlıcılık düşüncesinin sonunu getirdi. Zira doğuda Ermeni çetelerini, batıda Balkan gruplarını devletleşme sürecine sokanlar da bizzat Meclis-i Mebusan'daydı.
Batıcılık; tahmin edileceği gibi Karlofça'dan beri kan kaybeden Devlet-i Aliye'nin "yenilenler yenenleri taklit ederler" diyen İbn Haldun'u doğrularcasına Batıyı taklitten ibaretti. Gelişen süreç gösterdi ki; batılılaşma çöküşü hızlandırdı, Osmanlıyı yarı sömürge yaptı, ama asla kurtaramadı.
Günümüze kadar devam eden İslamcılık akımı; 2. Abdülhamit zamanında ivme kazandı. İslam dininin gerektiği gibi anlaşılmadığı ve uygulanmadığından şikâyetle vücut bulan akım, özellikle dinin zahiri boyutunu öne çıkartmıştır. Alimi, ibadeti değil de zahiri; insanı değil de sistemi baz alan İslamcılık, hala aynı doğrultuda serüvenine devam etmektedir.
Son madde olarak Türkçülük ise; Osmanlıcılığın iflasıyla ortaya çıkmış, 1789 Fransız İhtilali'nden etkilenerek İttihat Terakki iktidarında taraftar bulmuştur. Osmanlının çok uluslu bir imparatorluk olduğu gerçeğinin farkına varılamamış, devleti yönetenlerin ulusçu yaklaşımları diğer ulusları da bağımsızlığa itmiştir.
Aslında bu dört fikri akımın Türk insanının ideolojiyle tanışma sürecini oluşturduğunu iddia edebiliriz. Tanzimat öncesinde Müslüman Türk insanının zihninde ideolojik kalıplar yer almamaktadır. Çünkü Osmanlı insanı bir düşünürden çok inanç adamıdır.
Devam eden zamanda bütün bu kurtarıcı ideolojilere rağmen Osmanlı Devleti kurtarılamamıştır. Çünkü Osmanlıcılık ile Osmanlılık, Türkçülük ile Türk olmak, İslamcılık ile İslam, hatta Batıcılık ile Batı aynı şeyler değildir. Olgudan ideoloji türeterek onu yüceltmeye çalışmak, konuyu ancak felsefi zemine oturtmaya yaramıştır.
Ve işin ilginç yanı; Anadolu coğrafyasında verilen Kurtuluş Savaşında "kurtarıcı kimlik" Osmanlıcılık, Batıcılık vs. olmamıştır. Tales Savaşı'ndan beri Türklerin İslam'a, İslam'ın Türklere kavuşmasıyla oluşan, Karahanlılarla, Gaznelilerle, Selçuklularla, Osmanlılarla vücut bulan bir medeniyetin öznesi olan kimlik Anadolu'da Kuvva-yı Milliye'yi örgütlemiştir. Bu kimliğin adı "Müslüman-Türk" kimliğidir. Asla ideolojik bir altyapıya sahip değildir.
İdeolojiler zihinlerdeki fikri oluşumların ürünleridir. Kimlikleri ise tarihten gelen medeniyetler vücuda getirir. Müslüman-Türk kimliğinden Müslümanlığı alarak İslamcılığa tebdil eden ya da Türklüğü alarak Türkçülüğe dönüştüren fikri/siyasi gruplar zaman içerisinde nasıl bir yanlışa düştüklerinin ayırdına varamamışlardır. Çünkü kimliği ideolojiye dönüştürmek demek onu tartışmaya açmak demektir. Hele bunu siyasi bir partinin tekelinde piyasaya sürerseniz iki temel yanlışa birden düşersiniz; hem ideolojinin referans olduğu kimlik yıpratılır, hem de karşıt partiler tarafından ayrışma sebebi olur.
Oysa milletler kimlikleriyle ayakta dururlar ve kimlikler milletleri birleştirir. İdeolojilerle gelinen nokta fikir anarşisi ve kamplaşmadır.
O halde "Müslüman-Türk" kimdir?
Öncelikle sanıldığı gibi Türklüğün ve Müslümanlığın felsefi bir sentezi olan Türk-İslam sentezi değil, Prof. Dr. Haydar Baş'ın tanımıyla bir millet olma ve medeniyet kimliğidir. Nefesini Ehl-i Beyt'in verdiği, hamurunu Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli'nin mayaladığı, unvanı 'Asakirullah' olan millete Müslüman-Türk Milleti denir.
Fundamentalist değil dindar, şovenist değil milliyetçi, mandacı değil tam bağımsızlıkçı bir karakterdir. Müslüman-Türk kimliği aynı değerleri paylaşan bütün etnik kökenlerin ortak adıdır. İslamcıların arayıp da bulamadığı aşk ve huşuyu, sosyal demokratların kaybettikleri sosyal adaleti ve bağımsızlık ruhunu, milliyetçi muhafazakârların göremedikleri Türk'ün 'Asakirullah' sıfatını ancak kendimize döndüğümüzde buluruz.
Yani biz ancak bize benzeriz. Vesselam?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mehmet Maruf / diğer yazıları
- Akrep kıskacı / 05.12.2019
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013