Allah'ı anma konusunda ayeti kerime ve hadisi şeriflere lere bir göz atalım:"Rabb'ını içinden, yalvararak, korkarak, fakat yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret, gafillerden olma." (A'raf, 7/205)"Yemeğinizi Allah'ın zikri ve namaz ile eritin. Bundan gafil olmayın ki, kalpleriniz katılaşır."Abdullah b. Abbas'dan şöyle rivâyet edilmiştir: "Halk farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmek, Nebiyy-i Ekrem'in (sav) zamanında var idi. Ben bu sesi işitir işitmez bununla (yani zikir seslerinin yükselmesiyle) namazdan çıktıklarını anlardım."İmam Süyûtî, "Neticetü'l-Fikr fi'l-Cehrî fi'z-Zikr" adlı eserinde cehrî ve hâfî zikirden bahisle; "Bu, haller ve şahıslar itibariyle değişir. Bazılarının gizli ve bazılarının âşikâre zikirleri uygun olur." demiştir.İmam a'rânî'den naklen Hamevî haşiyesinde: "Uyuyan veya namaz kılıp uyuyanı rahatsız etmezse âşikâre zikir efdaldir." denilmiştir. Ahmed er-Rifâi (ks), toplu halde zikredilirken cehren, münferiden zikredilirken sırran (hâfiyyen) zikredilmesini emretmiştir. İmam Nevevi; "Zikrullahın kalp ve lisanla birlikte yapılması efdaldir. Kalp ile birlikte dilin zikrini, riya korkusu ile terketmek lâyık olmaz. Çünkü riya korkusu ile amellerin terki insanları birçok hayırlardan alıkor ki, bu da doğru bir hareket değildir." demiştir."Gaye, kalbî zikrin devamlılığını sağlamaktır. Dil ile yapılan zikrin sesli (zikr-i cehrî) olmasının büyük tesiri vardır. Sesli zikirden gaye, sağır gibi olan nefse bunu işittirmektir; Allah'a değil." Kuşeyrî ise şöyle demektedir: "Dil ile olan zikir vasıtasıyla kul, kalbin zikrine varır. Tesir, kalbî zikrindir. Kul, dili ve kalbiyle zikrettiğinde, seyr ü sülûk halinde ve vasfında kâmildir..."Bütün doktrinler, sistemler, şüphesiz insan içindir. İnsanı gündemine almayan bir doktrin olamaz. Teoride durum bu olmakla birlikte doktrinler, sistemlere dönüşüp uygulamaya aksedince, "insan" için yola çıkanlar, birdenbire kendilerini insanın dışında, eşyanın maddî soğukluğunun hakim olduğu insansız bir ortamda buluyor.Esasen böyle bir sonuç kaçınılmazdır. Çünkü kendini insana adadığını sanan beşerî doktrinler, insanı "hareket halinde bir eşya" olmaktan başka bir şekilde idrak edemiyorlar. Böyle olunca, eşyaya hakim olmak vasfındaki insan, bütün insanî değerlerinden feragat ettirelerek "eşyanın mahkûmu" haline dönüşüyor.İslâm'a gelince; O, insanı, ferdî ve içtimâî kâinatın, zâhirî ve bâtınî bütün varlıkların sahibi ve merkezi olan Allah'a ulaştırmakla bir taraftan onu sonsuzlaştırırken, diğer taraftan eşyayı önünde oyuncaklaştırır. Fakat bu oluş öyle söylendiği gibi kolay gerçekleşmez şüphesiz.İnsan, bedeninin ve maddî çevresinin tahakkümünden kurtulmak, nefhâ-i ilâhî olan ruhunun hürriyetine ulaşmak için belki de ömrü boyu sürecek bir perhize harfiyyen uymak zorundadır.
RAHMETEN Lİ'L-ÂLEMÎN HZ. MUHAMMED (SAV) / Prof. Dr. Haydar BAŞ'ın kaleminden Gönül Sohbetleri