İkinci bin yılın başlangıcından itibaren küreselleşmenin doruğuna çıkılacağı ve global bir köy haline gelen dünyanın insanlık tarihi boyunca en yüksek medeniyet seviyesini yakalayacağı söylemlerinin ne kadar havada kaldığını izliyoruz. Aslında koskoca bir yalana inanmamızı bekleyen küresel siyaset yapıcılar karşısında; dünyada gelişen olayların şekillendirilerek kendi ülke ya da devleşmiş küresel şirketlerin menfaatleri doğrultusunda yontulduğuna şahit oluyoruz. Aslında değişen hiçbir şey yok.
Türkiye'ye baktığımızda; ülkenin, küreselleşmenin tüm olumsuz etkileri ile birlikte ekonomik savaşın mağduru olarak ciddi bir tıkanıklığın ve darboğazın içine sürüklendiğini görüyoruz. Yaşanan ekonomik çöküşü kriz olarak adlandırmak mümkün değil. Çünkü ülkemiz küreselleşmenin yıkıcı etkileriyle karşı karşıya. Yıllardan beri küresel çarka adapte olmak isterken aslında bu çarkın sadece küresel güçlere hizmet edebileceği gerçeği sürekli olarak göz ardı edildi. Oyunun kuralları en baştan konmuştu ve sürekli olarak Türkiye ve benzeri ülkelerin aleyhine işliyordu çünkü.
Bu anlamsız kısır döngü içerisinde hükümetler görüntü olmaktan öteye geçemiyor. Küresel devlerin mengeneleriyle sürekli sıkıştırılan ülke dinamikleri, ataleti ve kuşatılmışlık çemberini kıramıyor.
Bugün dünyanın değişik coğrafyalarında ve özellikle Ortadoğu'da yaşanan olaylar Türkiye'yi çok yakından ilgilendiriyor. Ancak ülkemizin menfaatlerini, güvenliğini ve bütünlüğünü koruma yolunda etkin bir dış siyaset üretemiyoruz. Bağımsız bir dış siyaset de dönüp dolaşıp aynı akamet çemberine dolaşıyor. Bugün Türkiye, Ortadoğu'da yapacağı en iddialı diplomatik teması, Yunanistan ile birlikte gerçekleştirmeyi düşünüyor. Dünya siyasetinde eşi görülmemiş güdük bir dış politika hamlesi yapmaya çalışıyor.
Böyle bir dış siyasetle bölgesinin güçlü ve dinamik ülkesi olma şansını yitiriyor.
Günümüz dünyasının en sorunlu (hale getirilen) iki bölgesi olan Balkanlar ve Ortadoğu'nun Türk milletinin bu coğrafyayı terk etmesiyle doğan boşluktan kaynaklandığı tarihi bir gerçek. Bugün üzerinde bulunduğumuz toprakların ve milli bütünlüğümüzün korunması ve bölgedeki istikrarın sağlanması için Türkiye, yeniden bölgenin en güçlü aktörü olmak zorunda. Aksi takdirde her iki bölgede at oynatanların hedeflerinin sınırlarımızı dahi tartışma konusu yapmaları beklenebilir, beklenmelidir.
Bu hengamede Kıbrıs konusunda verilen tavizlerin ardı arkası kesilmiyor. Bir yerlerden gelen talimatlarla Denktaş'a Haziran 2002 tarihine kadar Rum tarafıyla yapılan görüşme masasından anlaşma ile kalkması dayatılıyor. Her ne şekilde olursa olsun anlaşmak, Kıbrıs'ın geleceğini nerelere taşıyacağı ülke siyasetinde tartışılıyor mu? Buna olumlu cevap vermek mümkün değil.
Zira tüm geleceğimizi bağladığımız AB ile aynı siyasi aktörlerin imzaladığı belgelere göre 2004 yılına kadar Yunanistan ile olan Kıbrıs, Ege ve kıta sahanlığı gibi kemikleşmiş sorunlarımızı çözmek zorundayız. Aksi takdirde tüm bu sorunlar ekleriyle birlikte Lahey Adalet Divanına havale edilecek.
Kendi siyasilerimiz eliyle Türkiye'nin içine sokulduğu cendereden etkin ve menfaatlerini teminat altına alacak bir dış siyaset üretebilmesi ne kadar mümkün olabilir? İsrail'in Ortadoğu'da yaptığı vahşetin adını 'soykırım' olarak koyduktan sonra dört defa tekzip ve düzeltme yapan bir siyasetin, bölgesinde ne kadar etkili olacağı tartışılır.
AB'ne göre Türkiye yalnız başına bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir. Bu nedenle hiçbir zaman alınmayacağı bir birliğin bekleme odasında karantinaya alınmalıdır. Kırk yıldır bu bekleme odasında bekletilen Türkiye başka ülkelerle bölgesel işbirliğine girmesi bile ihtimal dışı olarak değerlendirilmiştir. Bırakın Rusya ve İran ile yapılacak işbirliğini, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile dahi ortak bir yapı, işbirliği ve bölgesel yapılanma sürecini başlatamadı Türkiye. Yeniden güçlü Türkiye'yi diriltmek; üzerine ölü toprağı serpilmiş, akim, siyaset üretemeyen, eli kolu bağlı, yetkileri deniz aşırı kurum ve devletlerce kontrol edilen üst kurullara dahi söz geçiremeyen, kendi ülkesinde hükümet edemeyenlerin yapacağı iş değil elbette.
Türk milleti bu durumun ve tüm dinamiklerinin, nüfusunun, iş gücünün ve büyük potansiyelinin bölgesinde ve dünyada güçlü bir Türkiye oluşturmaya yeteceğinin farkına varmıştır. Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi bu ümidi somutlaştıracağını ispatlamaktadır. Az kaldı...
Türkiye'ye baktığımızda; ülkenin, küreselleşmenin tüm olumsuz etkileri ile birlikte ekonomik savaşın mağduru olarak ciddi bir tıkanıklığın ve darboğazın içine sürüklendiğini görüyoruz. Yaşanan ekonomik çöküşü kriz olarak adlandırmak mümkün değil. Çünkü ülkemiz küreselleşmenin yıkıcı etkileriyle karşı karşıya. Yıllardan beri küresel çarka adapte olmak isterken aslında bu çarkın sadece küresel güçlere hizmet edebileceği gerçeği sürekli olarak göz ardı edildi. Oyunun kuralları en baştan konmuştu ve sürekli olarak Türkiye ve benzeri ülkelerin aleyhine işliyordu çünkü.
Bu anlamsız kısır döngü içerisinde hükümetler görüntü olmaktan öteye geçemiyor. Küresel devlerin mengeneleriyle sürekli sıkıştırılan ülke dinamikleri, ataleti ve kuşatılmışlık çemberini kıramıyor.
Bugün dünyanın değişik coğrafyalarında ve özellikle Ortadoğu'da yaşanan olaylar Türkiye'yi çok yakından ilgilendiriyor. Ancak ülkemizin menfaatlerini, güvenliğini ve bütünlüğünü koruma yolunda etkin bir dış siyaset üretemiyoruz. Bağımsız bir dış siyaset de dönüp dolaşıp aynı akamet çemberine dolaşıyor. Bugün Türkiye, Ortadoğu'da yapacağı en iddialı diplomatik teması, Yunanistan ile birlikte gerçekleştirmeyi düşünüyor. Dünya siyasetinde eşi görülmemiş güdük bir dış politika hamlesi yapmaya çalışıyor.
Böyle bir dış siyasetle bölgesinin güçlü ve dinamik ülkesi olma şansını yitiriyor.
Günümüz dünyasının en sorunlu (hale getirilen) iki bölgesi olan Balkanlar ve Ortadoğu'nun Türk milletinin bu coğrafyayı terk etmesiyle doğan boşluktan kaynaklandığı tarihi bir gerçek. Bugün üzerinde bulunduğumuz toprakların ve milli bütünlüğümüzün korunması ve bölgedeki istikrarın sağlanması için Türkiye, yeniden bölgenin en güçlü aktörü olmak zorunda. Aksi takdirde her iki bölgede at oynatanların hedeflerinin sınırlarımızı dahi tartışma konusu yapmaları beklenebilir, beklenmelidir.
Bu hengamede Kıbrıs konusunda verilen tavizlerin ardı arkası kesilmiyor. Bir yerlerden gelen talimatlarla Denktaş'a Haziran 2002 tarihine kadar Rum tarafıyla yapılan görüşme masasından anlaşma ile kalkması dayatılıyor. Her ne şekilde olursa olsun anlaşmak, Kıbrıs'ın geleceğini nerelere taşıyacağı ülke siyasetinde tartışılıyor mu? Buna olumlu cevap vermek mümkün değil.
Zira tüm geleceğimizi bağladığımız AB ile aynı siyasi aktörlerin imzaladığı belgelere göre 2004 yılına kadar Yunanistan ile olan Kıbrıs, Ege ve kıta sahanlığı gibi kemikleşmiş sorunlarımızı çözmek zorundayız. Aksi takdirde tüm bu sorunlar ekleriyle birlikte Lahey Adalet Divanına havale edilecek.
Kendi siyasilerimiz eliyle Türkiye'nin içine sokulduğu cendereden etkin ve menfaatlerini teminat altına alacak bir dış siyaset üretebilmesi ne kadar mümkün olabilir? İsrail'in Ortadoğu'da yaptığı vahşetin adını 'soykırım' olarak koyduktan sonra dört defa tekzip ve düzeltme yapan bir siyasetin, bölgesinde ne kadar etkili olacağı tartışılır.
AB'ne göre Türkiye yalnız başına bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir. Bu nedenle hiçbir zaman alınmayacağı bir birliğin bekleme odasında karantinaya alınmalıdır. Kırk yıldır bu bekleme odasında bekletilen Türkiye başka ülkelerle bölgesel işbirliğine girmesi bile ihtimal dışı olarak değerlendirilmiştir. Bırakın Rusya ve İran ile yapılacak işbirliğini, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile dahi ortak bir yapı, işbirliği ve bölgesel yapılanma sürecini başlatamadı Türkiye. Yeniden güçlü Türkiye'yi diriltmek; üzerine ölü toprağı serpilmiş, akim, siyaset üretemeyen, eli kolu bağlı, yetkileri deniz aşırı kurum ve devletlerce kontrol edilen üst kurullara dahi söz geçiremeyen, kendi ülkesinde hükümet edemeyenlerin yapacağı iş değil elbette.
Türk milleti bu durumun ve tüm dinamiklerinin, nüfusunun, iş gücünün ve büyük potansiyelinin bölgesinde ve dünyada güçlü bir Türkiye oluşturmaya yeteceğinin farkına varmıştır. Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi bu ümidi somutlaştıracağını ispatlamaktadır. Az kaldı...
Mustafa Çiçek / diğer yazıları
- Birlik çağrısı / 27.10.2014
- Yol ayrımı / 15.08.2014
- Ey cumhur, kimi seçmek istersin?.. / 26.07.2014
- Yazmadan önce okumayı öğrenmek / 24.07.2014
- Ya Büyük İsrail, Ya Büyük Türkiye!.. / 22.07.2014
- Özgürleşme ve İslam Dünyası / 18.07.2014
- Cumhurbaşkanı ne iş yapar? / 16.07.2014
- Ramazanın çağrıştırdıkları... / 08.07.2014
- Geleceğin inşası / 19.06.2014
- Soma faciası ve madenlerde yaşam odası zorunluluğu... / 23.05.2014
- Yol ayrımı / 15.08.2014
- Ey cumhur, kimi seçmek istersin?.. / 26.07.2014
- Yazmadan önce okumayı öğrenmek / 24.07.2014
- Ya Büyük İsrail, Ya Büyük Türkiye!.. / 22.07.2014
- Özgürleşme ve İslam Dünyası / 18.07.2014
- Cumhurbaşkanı ne iş yapar? / 16.07.2014
- Ramazanın çağrıştırdıkları... / 08.07.2014
- Geleceğin inşası / 19.06.2014
- Soma faciası ve madenlerde yaşam odası zorunluluğu... / 23.05.2014